İlk bakışta bu başlık tuhaf geliyor insana değil mi?
Oysa Atatürk gerek İslam dinine ve gerekse İslam dünyasına büyük hizmetler etmiş bir devlet adamı, komutan ve düşün insanıdır.
İslam Dünyası’nı öncelikle emperyalizmin saldırılarına karşı bir kalkan gibi savunmuş; ardından da onlara bağımsızlık ve özgürlük yolunu ve yöntemini göstermiştir.
Düşünün, Batı emperyalizmi Anadolu’da başarılı olsa ve Türk direnişini kırsaydı, ne olurdu Ortadoğu’nun durumu? 
Kuzeyde Bolşevikler, güneyde İngiltere, Fransa ve elbette ABD…
Ve bu sarmalın ortasında sıkışmış kalmış, aydınlanmayı ve onun değerlerini yaşayamamış, insanı bireyselleşememiş feodal kültürün ve kabile yaşantısının baskın olduğu o coğrafyada İslam dünyası…
Diyeceksiniz ki; o tarihte dediğiniz coğrafyada zaten bu güçler cirit atmıyorlar mıydı?
Elbette atıyorlardı. Ezilen halklar, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde Türk Milleti’nin başarılı olduğunu gördüklerinde kendilerine bir cesaret geldi. Kendi öz güçlerine dayanarak onların da pek çoğu bağımsızlık savaşına yöneldi. Pakistan’ın, Hindistan’ın, Libya’nın Mısır’ın, Cezayir’in, Tunus’un ve hatta İran’ın emperyalizme karşı örtülü ya da açık direnişinde Mustafa Kemal Atatürk’ün bağımsızlıkçı düşüncesinin ve başarısının özü vardır.
Kimse bunu yadsıyamaz.
Bir cendere düşünün. Bir organizmayı almış, aynı anda kolları kapanarak eziyor. Ve o nefes alamaz bir durumda, adım adım ölüme doğru gidiyor.
İşte böyle bir tehlike karşısındaydı İslam dünyası.
Milli/Ulusal bilinç olmadığı için de ortak bir bağla bir araya gelmeleri olanaksızdı.
Bu işin bir boyutu…
Gelelim öteki boyutuna:
İslam dünyası Ortaçağ koşullarını aşıp, Aydınlanma ruhunu yakalayamamış ve akıl çağından ileri endüstri çağına geçememişti. Ve ne yazık ki önündeki en büyük engel, İslam dininin o dönemde toplumlarda algılanmış biçimiydi. Ruhban sınıfı olmadığı halde İslam’da, kendi ana dili ile Kur’an dili arasında bağ kuramayan, denileni anlamayan kişi, kendi dünyalığını da varlığını da başka otoritelere teslim etmişti. Ağalar ve güçlü kabile önderleri insanların dünyasını; şeyhler, seyitler, tarikat önderleri gibi sözüm ona aristokratlatmış kesim, öteki dünyalarını elinden almışlardı.
Kişi birey olamadığı için de; ne Rönesans, ne Aydınlanma ne de Reform dönemlerini; ardından da sanayi çağını yakalayamamıştı koskoca bir coğrafya.
Ne diyor Kur’an:
“Şüphesiz ki biz size ayetleri anlayasınız diye gönderdik!” 
Ancak düşünün:
Kimi küçük denemeler dışında, Kur’an’ın Türkçe çevirisi, Atatürk zamanına dek yapılamamıştı. Yaşayan değil, onlarca asır önce konuşulan Arapça diliyle insanlara bahşedilen Kur’an’ı Anadolu insanı da anlamıyordu, hatta Arabistan’daki Arap da…
Anlaşılması olanaksız olan bir din algısı üzerinden aslında insanlar sömürü düzeninin içinde eriyip gidiyorlardı. Bir şeyin dini olup olmadığı böylece anlaşılamıyor; onu kendine göre yorumlayan dinsel aristokrasi istediği gibi geniş kitleleri istismar edebiliyordu.
Bu nedenle Atatürk, Kur’an’ın Türkçe çevirisinin yapılmasını istedi. Çünkü kimilerince bu yönde girişimler olsa da 600 yıllık tarihi içinde Osmanlı Devleti bunu başaramamış, bu yola gitmeyi düşünememişti. 
Oku, dinle; ibadet et; ancak hiçbir şey anlama!
Oysa Atatürk Kur’an-ı Kerim’in herkes tarafından okunup anlaşılabildiğinde dinsel yönden gerçek bir aydınlanma olacağını düşünüyordu. 
Algılayan, anlayan ve sorgulayan beyinler nasıl istismar edilir ve yanlış yollara sürüklenebilirdi ki! 
Şeyhin aldığı abdest suyunu içerek şifa bulacağını düşünen bir kafa gerçekten beyninde bu aydınlanmayı yaşamadan, nasıl kendisini böylesine rezil bir durumdan sıyırıp alabilirdi?
Her şeyin başı bilmek ve anlamaktı. Bilmeyen ve anlamayan bir kafanın, kendisi için bir şeyleri isteyecek yurttaş olgunluğuna da gelmesi olanaksızdı.
Bu nedenle Atatürk Kur’an’ın Türkçe mealini Mehmet Akif Ersoy’a yaptırmak istedi. Tefsiri de Elmalılı Hamdi Yazır’a verildi. 
Ayrıca hadislerin çevirilerinin de Kamil Miras’a yaptırılması kararlaştırılmıştı. Dinin en büyük kaynakları olan bu yapıtların o zamana dek çevirilerinin yapılmamasıyla, sanki İslam dini bireyden bilinçli biçimde uzak tutulmuştu.
Atatürk Kur’an’ın tercümesinin devlet bütçesinden olmasını istemedi. Bu işleri kendi parasıyla yaptıracak ve akçalı işler üzerinden yapılan işin çirkinleştirilmesinin önüne geçecekti. Daha doğrusu o, devletin kaynaklarını bu yolda kullanmaktan özenle kaçındı.
Mehmet Akif Ersoy tercüme işini önce kabul etti; sonra avans olarak aldığı parayı geri vererek, tercümeyi yapmaktan caydı. Bundan sonra tercüme işi de tefsir işini yapacak olan Elmalılı Hamdi Yazır’a verildi.
Bu büyük âlim, hem Kur’an’ın tercümesini yaptı; hem de (Hak Dini Kur’an Dili) adlı tefsir eserini yazdı. 
Bu çeviri ve tefsir, 1935 yılında on binlerce adet bastırıldı.
Böylece İslam Tarihi’nde Türkler için İslam dinini ve onun gereklerini anlamayı sağlayacak büyük bir iş başarılmış oldu.
Atatürk bununla yetinmedi: 
Buhari’nin kayda aldığı hadisler Kamil Miras tarafından çevrildi e 12 cilt halinde bastırıldı. Yalnızca bu eserin 1928’deki ilk baskısı 10.000 adetti.
Büyük önderin isteğiyle Kur’an-ı Kerim Tercümesi, tefsiri ve Buhara hadisleri Türkiye’nin her yanında isteyenlere bedelsiz olarak dağıtıldı. 
Kütüphaneler, camiler, Halkevleri, okuma odaları raflarına bu kitapları da koydular. Artık Türkler, her yerde kolaylıkla bu kaynaklara ulaşabiliyor ve dinin buyruklarını doğrudan kendileri öğrenebiliyorlardı. 
Dinini bilen, gereklerinin temelindeki mantığı kavrayan, yalnız Allah’a karşı kulluk borcu olduğunu öğrenen bir Müslüman, niçin artık kendi üzerinde dini otorite kurmaya çalışan kişilere boyun eğecekti ki?
O zamana dek on binlerce batıl inanış, sanki din kuralı gibi dinin içine sokuşturulmuştu.
Bunların ayıklamasını artık aydınlanan kafalar yapabilecek ve dinin gerçekte ilerleme ve gelişmeye engel hiçbir yönü olmadığını, aklı kullanmayı ve bilim yapmayı önerdiğini açıkça göreceklerdi.
Gerçek din, uydurulmuş dinin baskı ve talanından kurtulacak, geri kalmanın değil, ileri gitmenin motoru olabilecekti.
Bununla da yetinmedi:
O’nun döneminde genç cumhuriyet onca parasal kıtlığa karşı kendi bütçesinden pay ayırarak, Osmanlı Devleti’nin başaramadığı tarihi değerleri olan camilerin restorasyonuna başladı. Hem çok eski ve yıkık dökük durumda kalmış eserler güçlendirildi hem de aslına uygun yenileme çalışmaları başlatıldı. Bu ve benzeri yapıların envanteri bile yoktu; bunlar yapılarak kayıtlara geçirildi.
Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Devlet laik bir mekanizmaya dönüştürülürken, dini konular, bu alanda otorite denilebilecek kişi ve kurumlara yönlendirildi. Medreseler kapatıldı: Yerine Başkent Ankara’da gerçek anlamda din bilgini yetiştiren  İlahiyat Fakültesi ilk kez Atatürk tarafından kuruldu. Yine ülkenin imam gereksinimini karşılamak için eğitim kurumları açıldı.
Ne dersiniz?
Önce emperyalizmin ahtapot gibi kollarını kırıp parçalayan; sonra da dinde öze dönüşü başlatacak işleri kendi özveri ve parasal olanaklarıyla başarmış olan Atatürk’ün; “Öyle şeyler vardır ki insanların vicdanından söküp atamazsınız. Biri dil, öteki de din!” ya da; “Bizim dinimiz akla ve bilime aykırı hiçbir konuyu içinde barındırmıyor” sözleri o günkü Türkiye’de büyük bir anlam taşımıyor mu?
Unutmayalım; Cumhuriyet ilan edildiğinde Türkiye’de erkeklerde okuma yazma oranı yüzde 7, kadınlarda da yüzde 2 kadardı. 
Kişi başına gelir 100 dolar bile değildi.
Ya günümüzde ülkemizin durumu ne?
Dini konularda insanımız yeterince aydınlanabilmiş diyebilir miyiz?
Bu durumda, günümüzde ülkemizin durumuna bakarak; Atatürk’e her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğunu söylesek yanlış mı olur?
Şimdi bu olup bitenler yok sayılacak ve Atatürk sanki İslam dinine düşmanmış gibi lanse edilerek toplumun beyni yıkanacak öyle mi?
Geçiniz efendim, geçiniz!
Gerçek ancak olduğu kadar gerçektir.
Gerçek de budur.