Utanmak yok, sıkılmak yok:
Sermayeniz iftira olduktan sonra at, dur!
Kişi bir şeyi bilmiyor olabilir.
Bilmiyorsa susar; ama ya kasıt?
Neymiş, Atatürk “zimmetçi” ymiş…
Ve olmadık iftiralar; karalamalar, akıl almaz yorumlar…
Üstlerine başlarına bakıyorsun; adam sanıyorsun! 
Son derece “modern” giyinmişler. Son derece şık ceket; içinde beyaz gömlek; renkli kravat… 
Saçlar özene bezene taranmış… Sokağa çıkınca, tıpkı “insan”… Ve televizyon ekranında bakıyorsun; Atatürk’ün gerçekleştirdiği kılık kıyafet devrimini eleştiriyor… Baskıcıymış, zorbaymış!
İyi de; şu an kılık kıyafet yasasına kim uyuyor ki? Sizi engelleyen ne ki? Madem o kadar karşısınız, değerlerinizden sizleri uzaklaştırdığını düşünüyorsunuz devrimin; giyin şalvarı mintanı; sarın kafanıza sarığa çıkın; dışınız da içiniz gibi olsun; değil mi?
Yok!
Kurgulanmışlar. Ne söyleyeceklerini, ne diyeceklerini biliyorlar. 
Bilgi önemli değil; hiç ama hiç önemli değil; çok bilinen bir yabancı yazarın adını okurken bile “hık mık”; ne diyor bu diye düşünüyorsunuz, ağzından kırık dişler fırlıyormuş gibi söylüyor…
Ve an geliyor:
İçindekini kusuyor:
“Atatürk zimmetçiydi!”
Niye ki?
O kadar mal varlığını nasıl edinmiş?
Öyle ya; çiftlikler; köşkler; para-pul içinde yüzüyordu Atatürk… 
Takmışlar; Hint Müslümanları’nın gönderdiği paraya…
Savaş yıllarında Hint Müslümanları, Anadolu’ya yardım ettiler ve yaklaşık 500.000 lira para gönderdiler. Bu para Atatürk’ün kendi şahsi hesabındaydı. 
Çünkü O, başkomutandı ve öyle ki Sakarya Savaşı’nda meclisin yasama yapma yetkisini bile üç aylığına eline almıştı… 
Daha doğrusu meclis süresiz olarak vermek istemişti de; o itiraz etmişti, üç aylık süreler halinde olsun diye... 
O günlerde Türk; İkinci Ergenekon’unu yaşıyordu ve ya o çemberi kırıp çıkacak ya da karanlıklar içinde boğulup kalacaktı. Bu nedenle her kararın ivedilikle verilmesi gerekiyordu.
Günümüzde, örtülü ödenek diye bir şey yok mu?
Var…
İşte Atatürk de, savaş günlerinde hızlı karar verip, gereken harcamayı yapabilmek için kendi adına gönderilen paranın, üzerinde kalmasında sakınca görmedi. 
Ve savaş sürerken; bunun 350.000 lirasını, Batı Cephesi Komutanlığı’nın emrine verdi.
Derken, savaş bitti. 
Bu paranın önemli bir kısmı harcanmamıştı; daha doğrusu gerek kalmamıştı… En son atılacak barut gibi görülüyordu bu para da ondan; bundan da Kurtuluş Savaşını verenlerin bir eli yağda, öteki baldaydı sonucu çıkarılmasın.
Ülke kurtulmuştu.
Ekonomide bütün sektörlerde yabancılar egemendi. Silahla ülkemizi kurtarmıştık ama, ekonomik sömürge sürüyordu. Bu nedenle milli bir bankanın kurulmasına karar veren Atatürk, bu parayı Türkiye İş Bankası’nın sermayesi yaptı. Savaş yıllarında aldığı maaşları harcayamadığından; onlarla da iş bankasından tahviller aldı.
Derken, İş Bankası çok başarılı bir verim gösterdi. Tahviller değerlendi. 
Bu parayı; 1927’de büyük Nutuk okunurken, kendi çocuğu gibi gördüğü ve devlet partisi niteliğinde olan CHF’na bağışlayacağını açıkladı.
Bunu da yaptı. Ancak bir engel görüyordu: Kendinden sonra varisleri bu paradan pay isteyebilirlerdi, medeni yasaya göre. 
Bu nedenle; “sırf Büyük Gazi’ye mahsus” olmak üzere özel bir yasa çıkarıldı ve varisi olan kişilerin ölümünden sonra böyle bir girişimde bulunmasının önüne geçti…
Sonra; çiftlikler…
Ülke tarım toplumuydu güya ama ürettiği kendine bile yetmiyordu. Modern bir tarımın nasıl yapılacağını göstermek istedi. 
Ankara’da, içinden üç dört derenin aktığı geniş bir bataklık ve sazlığı parasını ödeyip, satın alarak; yerli ve yabancı ziraat mühendislerini devreye soktu. 
Hiç birisi, burada tarım yapılabilir demiyor; “olmaz bu iş!” deyip kestirip atıyorlardı. 
O yılmadı.
Bir ekip kurarak; bataklığın kurutulmasını sağladı. Su çekilince; kum ve kireç yığını bir alan ortaya çıktı. Bu kez toprak ıslah çalışmaları başladı. 
Çiftlikte iki çadır kurdurdu. Birinde mühendisler ve diğer çalışanlar; ötekinde kendisi kalıyordu. 
Beyler, çadırda kalan bir cumhurbaşkanından söz ediyoruz.
Ve sonra, Söğütözü’nde bir bekçi kulübesi gibi yere geçti. Olmadı; devlet başkanına ayıptır deyip hükümet, bir geniş kulübe inşa etti. 
Ve Atatürk Orman Çiftliği yapılırken bu kulübede geçirdi zamanının bir kısmını. Temel amacı; Ankara’da, çöl ortasında bir cennet yaratılabileceğini göstermek; halkın gezip dinlenebileceği alanlar oluşturmak; katıksız, hilesiz gıdaya ulaşabileceği bir çiftlik yaratmaktı. 
Ve bunu başardı.
Traktörde çift sürdü. Ektirdi, biçtirdi. Ve modern çiftlikler kurup, tavuk ve diğer hayvan türlerinin yetiştiriciliğini sıhhi ve modern yöntemlerle nasıl yapılır, bunu öğretmeye çalıştı. Kaliteli tohum üretiliyor, çevre köylere dağıtılıyordu.
Ve üretilen ürünler, para etti, çarşıda pazarda… 
Bu gelirle, gazoz fabrikası, peynir ve süt atölyeleri, hatta çiftlik işlerini yapmak üzere demir atölyesi bile kurdurdu.
Artık başarmıştı.
Birkaç yerde daha çiftlik kurup; o yörenin köylüsüne modern tarım tekniklerini öğreten birer okul yaratmaya çalışıyordu.
O günler; “Köylü milletin efendisidir!” dediği yıllardı.
Ve günün birinde kararını açıkladı:
Bu eserini ve başka yerlerde, örneğin Adana’da kurdurduğu çiftliği; yurt gezileri sırasında kendine armağan olarak sunulan ve ulusal savaşın önemli bir evresinde kaldığı kimi evleri; hazineye vereceğini açıkladı. Bunun karşısında hükümet ve meclis, kendisine minnet duygularını açıklayan bir telgraf çekti. O, bu telgrafa şu karşılığı verdi:
“Benim milletime yaptığım bu armağanların bir önemi yoktur. Ben, günü geldiğinde bu millet için en değerli şey olarak, Canımı Vereceğim!”…
Buyurun, “zimmetçi”…
Yazıklar olsun; insaf, din diyorsunuz, iman diyorsunuz; biz dinin yarısı insaftır diye biliyorduk; yanlış mı bildiğimiz?
Bu bağışın tarihi, 1937’dir.
Ve kalan diğer varlığı:
1938’de vasiyeti: 
Manevi çocukları ülkü, afet ve Makbule’ye iş bankası hisselerinden ömürleri boyunca geçinebilecekleri kadar maaş (200 lira gibi); öteki manevi kızı Sabiha Gökçen’e bir ev ve yine ötekiler gibi maaş… 
Kız kardeşi Makbule’ye ölümüne kadar geçinebileceği maaş!
Ye gerisi?
Bu da Cumhuriyet Halk Fırkası, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu arasında paylaşılacaktır..
Öldüğünde, hiçbir varlığı yoktu Atatürk’ün…
Hiç!
Anladınız mı?