Bir Başka Açıdan
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCEDE ÇAĞDAŞLAŞMA (11)


     “Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, insanlığın dahî bir sabahı, bir baharı olacak inşâllah.” (a.g.e. s.32)
     “Hem o yeis (ümitsizlik)tir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, umumun menfaatini bırakıp şahsî menfaata nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, mâneviyatımızı kırmış. Az bir kuvvetle, inançtan  gelen mânevî kuvvet ile doğudan batıya kadar istilâ ettiği hâlde, o harika mânevî kuvvet, ümitsizlikle kırıldığı için, zâlim Batı dört yüz seneden beri üç yüz milyon (şimdi bir buçuk milyar) Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hattâ bu yeis ile başkasının lâkaytlığını ve gevşekliğini kendi tembelliğine özür zannedip 'neme lâzım' der, 'herkes benim gibi berbattır' diye inancının gereğini terkedip kendine düşen hizmeti yapmıyor.
     “Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor, biz de o kaatilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz.” (a.g.e. s.38)
     Çünkü “Yeis, mâni-i her kemâldir.” Yâni ümitsizlik, her türlü yükselişin yegâne / tek engelidir. “Neme lâzım, başkası düşünsün, İstibdad'ın yâdigârıdır.” (a.g.e. s.79)
      Bunun içindir ki, Mustafa Kemal, ümit-bahş cümleler de sarfetmek ihtiyacını hissetmiş ve: “Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır.” (M. Orhan Bayrak, Kurtuluş Savaşı ve Atatürk, İstanbul-1990, s.170) demiştir.

     8. LÂİKLİK

     Türkiye'de en çok tartışılan bir konu olmuş ve hâlen de güncelliğini korumaktadır. Umumiyetle tenkitler, Batı'nın tatbik ettiği lâikliğin Türkiye'de de uygulanması gerektiği şeklindedir.
     Bugünkü şekliyle devam ettirilmek istenmesinde, Batı'nın dolaylı istek  ve baskılarının rolü olduğu ve Batı'nın, Osmanlı rûhunun yeniden zuhurundan, son derece korktuğu ve endişe ettiği artık bilinen bir gerçektir.
     O zaman icbâren yaptırılan bu ilke, o günkü şartlarda tatbikine mecbur kalınmışsa da, bugün için öyle bir zaruret yoktur. O gün Türkiye'nin geçiş devresine, fetret devrine ihtiyacı vardı. Yoksa daha o zamandan Türkiye'nin hür ve müstakil bir devlet olarak 20. asra doğmasına izin vermiyecekleri izahtan vâreste mühim bir husustur.
     Bugün de Batı, Türkiye'nin Osmanlı'ya vâris olmasına asla râzı olmaz. Ama, bu hususta artık elinden eskisi gibi köstekleyici bir şey gelmiyeceğini de ister istemez kabul etmek zorunda kaldığını, yavaş yavaş anlamaya başlamıştır.
     Batı, Türkiye ile yapamıyacağının ve Türkiyesiz de kalamıyacağının bilincindedir artık.
     Yine de henüz Avrupa'nın mânevî istibdâdı altındayız. İlerleme ve yükselmemizi sağlamak için son derece ihtiyat ve itidâl sâhibi olmak lâzımdır.
     Bunu yaparken de, vicdanın ziyası olan mânevî ilimleri ve aklın nûru olan fen bilgilerini birlikte öğrenmeli. Ancak ikisinin karışımıyla hakikatin tecellî edeceğini bilmeliyiz. Çünkü birbirlerinden ayrıldıkları zaman birincisinden yâni mânevî ilimleri tahsil edip de, fen bilgilerini ihmal edince taassup, ikincisinden yâni mânevî ilimleri ihmal edip de, fen bilgileriyle yetinince hile ve şüphe doğar.

     9. DEVLETİN  BEKASI

     Atatürk, Devletin bekasını ve devamını, en başta gelen mukaddes bir vazife olarak görmekte ve göstermektedir:
     “Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
     “Mevcudiyetinin ve istikbâlinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir.” (Kemal Atatürk, Nutuk, c.2, İstanbul-1971, s.897-898)
     Haklıdır çünkü bu vatan, bu millet ve bu devlete -Allah etmesin- halel geldiği takdirde, değil sâdece Türkiye, dünyanın da neler kaybedeceği aşağıdaki satırlarda, lâyıkı veçhile, en güzel ve gerçek şekilde dile getirilmiştir.
     Edirne, Kuşçubaşı Eşref Bey tarafından kurtarılmıştır (21 Temmuz 1913). Bu münasebetle, Edirne'ye doluşan yabancı gazeteciler, o zaman kurtarıcı öncülerden olan Said-i Nursî ile de konuşurlar:
     “-İçinde yaşadığınız devlet Türk devletidir. Ama siz İslâmiyet için savaştığınızı söylüyorsunuz.
     “-Devletimizi Türkler kurmuşlardır. Ama onu İslâm'a göre düzenlemişlerdir. Türkler devlet hayatında hiçbir zaman diğer milletleri saf dışı etmemişler, liyakatları ölçüsünde devlete iştirak ettirmişlerdir. Herkes biliyor ki, Türkler'in kurduğu bu devlet dünyada İslâmiyet'i temsil ediyor. O'nun yeryüzünden kalkması sâdece İslâm dünyası için değil, bütün mazlûmlar için felâket olur.” (Mehmet Niyazi, Yazılamamış Destanlar, İstanbul-1991, s.161)