Mustafa Kemal Atatürk kısa ve mücadelelerle dolu yaşamı boyunca yaratılışından gelen incelik ve zarafetin bir gereği olarak giyiminden, duruşuna, cephede kullandığı traş takımından, sefer tasına kadar Türk estetik anlayışının eşsiz bir örneği olmuştur. Bu gün onun adına açılan sergi ve müzelerde kullandığı diğer eşyalara bakarak onun bu gelişmiş estetik duygusunu imrenerek bakarız.

Atamız tek üstünlüğünün Türklük olduğunu belirtirken, gelişmiş estetik duygusunu da Türk olmasına bağlamıştır. Bu onun kendisini milletinden ayrı ve üstün görmeyen kişiliğin bir yansıması, milletine duyduğu sevginin alçakgönüllülük olarak kendisini göstermesinden başka bir şey değildir.

Daha okul yıllarında iken yazılar ve şiirler yazdığını bildiğimiz Atamızın sanata ve özellikle resme olan ilgisinin öğrencilik yıllarına dayandığını ne yazık ki çoğumuz bilmez. Bunu Lord Kinross’un kitabından öğreniyoruz. Atatürk, dostu olan Ali Fuad’la bir hafta sonu Büyükada’da dinlenirken: “ Fuad, eğer matematiğin üzerinde durduğum kadar şiir ve resim üzerinde de dursaydım, Harbiye’de dört duvar arasında kapanıp kalmazdım. Mehtaplı gecede okuldan kaçıp buraya gelir ve şiir yazardım. Sabahleyin ortalık aydınlanır aydınlanmaz da resim yapmaya başlardım.” Bu alıntı Atatürk’ün bir birey olarak sanata ne kadar yakın olduğunu bize en iyi anlatan bir bilgidir.(Prof. Fikri Akdeniz)

Lozan Konferansı’nın kesintiye uğradığı sırada Atatürk bir İzmir ziyareti gerçekleştirmiştir. 13 Şubat 1923’te İzmir Sanat Okulu’nu ziyaret ederek, okul defterine, okulun yeniden canlandırılmasından itibaren büyük canlılık, ümit ve güven ortaya çıkartacağını belirterek, kurumun daha fazla sanatçı yetiştirmesi konusundaki arzusunu vurgulamıştır.

Sanatçılara son derece değer veren Ulu önder 1923 yılında ressamlarla yaptığı bir sohbette; sanatkârın tarifini yaparken asker kişiliğinden hareketle örnekler verdikten sonra; ‘’sanatkâr toplumda uzun çalışma ve çabalardan sonra alnında ışığı ilk hisseden insandır’’ demektedir.

Bir ulus ki resim yapmaz, bir ulus ki heykel yapmaz, bir ulus ki fennin gerektirdiği şeyleri yapmaz; itiraf etmeli ki o ulusun ilerleme yolunda yeri yoktur. Hâlbuki bizim ulusumuz, gerçek özellikleriyle uygar ve ileri olmaya layıktır ve olacaktır’’ diyen Atatürk’ün talimatları doğrultusunda Cumhuriyetin birinci kuruluş yıldönümünde devlet bursuyla eğitim almak üzere 22 kişilik ilk öğrenci kafilesi yurt dışına gönderilir. Bu kafiledekilerden ikisi Almanya’ya geri kalanı Fransa’ya gönderilir. Fransa’ya gönderilen 20 kişinin içinde Cevad Dereli, Refik Ekipman, Şeref Akdik, Mahmut Cuda, Muhittin Sebati adlı 5 ressam vardır. Daha sonraları bu isimlere Nurullah Berk, Hale Asaf, Ali Avni Çelebi, Zeki Kocamemi ve Ratip Aşir Acudoğlu’nun isimleri de eklenecektir

Ankara'da ilk resim sergilerimiz Ankara Palas'ın kalorifer dairesinin yanındaki holde açılmıştır. Sergi alanı ihtiyacını ve sanat eğitiminin önemini göstermek için Atatürk: “Güzel sanatlara da ilginizi yeniden canlandırmak isterim. Ankara’da bir Konservatuar ve Temsil Akademisi kurulmakta olmasını söylemek, benim için bir hazdır. Güzel sanatların her şubesi için kamutay’ın göstereceği ilgi ve emek, ulusun insani ve medeni hayatı ve çalışkanlık veriminin artması için çok etkilidir.” diyerek çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma ülküsünü sanat eğitimi üzerinde de vurgulamıştır.

Sanay-i Nefise Mektebin-i Âlisi’nin 1924 de yenilenerek Güzel Sanatlar Akademisi adını alması ve 1927 yılında Fındıklı sarayına atölyeler ilave edilerek Sanayi Nefise Akademisi adıyla açılması güzel sanatların gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Bu gelişmelere ek olarak Gazi Eğitim Enstitüsü’nde bir resim atölyesi açılması da Anadolu çocuklarının yurt içinde resim eğitimi almasına olanak vermiştir.

Bu dönemde Türk ressamlarının yeni devlet felsefesine içten bir uyum gösterdikleri, yapıtlarını bu doğrultuda verdikleri görülür. Ancak bu noktada evrensel sanat ilkeleri ile milli sanat yaratma ayrımı arasında çelişkilerde yaşar.

Öyle ki 1930’ lu yılarda Sanayi-i Nefise’de desen derslerinde temaların neden klasik mitolojiden alındığı, milli tarihten alınmadığı eleştirisi getirildiğinde, kurumun başında bulunan Nazmi Ziya Güran klasik temaların tatbikinin genel geçer bir kaide olduğunu vurgulamıştır. Türk tarihinden mevzular vermenin Türk resim ekolünü doğuracağı veya sanatımızı millileştireceğini sanmanın bir hata olduğunun da altını çizmek zorunda kalmıştır.(arş. Gör. Burak Poyraz) 

Zeki Faik İzer’in İnkılâp Yolunda (1933) adlı tablosu o yıllardaki milli duyguları ifade eden temsili bir resim olurken, içinde barındırdığı Atatürk figürü eşliğinde adeta milli resim sanatını sembolize etmiştir. 

Tarih 20 Eylül 1937’yi gösterdiğinde ise Türkiye’nin ilk Güzel Sanatlar müzesi olarak Dolmabahçe Sarayı’nın Veliaht Dairesi bizzat Atatürk tarafından açılmıştır. Müdür Halil Dikmen Atatürk’e eserler hakkında şahsen bilgi vermiştir.(arş. Gör. Burak Poyraz)

Galerinin açılışı dolayısıyla Atatürk sanatkârlara şöyle seslenir. Türkün eli işler, gözü güzeli görür, hissî heyecanda olursa, o yalnız kendi milletine değil, cihan kültürüne de örnekler ve şaheserler verecek kudretler gösterecektir.’’

Atatürk “Büyük Sanatçı” olarak nitelediği İbrahim Çallı başta olmak üzere pek çok ressamı defalarca sofrasına davet etmiştir. Mihri Müşfik Hanım ise, en sevdiği portresini yapan ressamdır. Mihri Hanım’ın yaptığı portre, İzmir’e düşmanın arkasından çizmelerinin tozu ile giren, sırtında pelerini ayakta, soldan gelen ışıkla gözleri ışıklar saçan Gazi’yi göstermektedir. Tablo tam bir boy portredir. Ancak, Atatürk’ün bu resim için modellik yapıp yapmadığı bilinmemektedir. Ama modellik konusuna çokta sıcak bakmadığını şu örnekten anlıyoruz;

Bir gün İbrahim Çallı “Türk milletinin gönlündeki Mustafa Kemal’in portresini yapmama izin verir misiniz paşam?” diye sorduğunda, “mademki gönüllerde yaşayan Mustafa Kemal’i çizmek istiyorsun, benim modelliğime ihtiyaç yok” cevabını verir.

Mustafa Kemal sanatçının neyi nasıl yapması veya yapmaması konusunda herhangi bir baskı veya tavır koymazdı. O’nun kafasındaki sanatçı, dokunulmazlığı olan özgür kişiydi

Zamanın hükümeti tarafından bir yabancı ressama bir portresi sipariş edilir. Gazi, bu ressama bir süre modellik yapmıştır. Portrenin, kimi davetlilerce tam benzemediği belirtilir. Atatürk, bu görüşler karşısında, “olabilir fakat inanır mısınız bu portre bir aralık bana son derece benzemişti. Fakat üstat durmasını bilmedi. Sanatkârlar, kumandanlar gibi durmasını bilmelidirler. Aksi halde, vardıkları muvaffakiyet zümresinden iniş başlar demiştir.

Ancak onunda tahammül edemediği şeyler de yok değildi.“Çirkinliğe tahammül edemiyorum “diyen Atatürk’ün katlanamadığı diğer bir husus ise; resimde kahramanlığın yanlış biçimde yorumlamasıdır. Onu sinirlendiren bir resim, yerde yatan bir Yunanlının göğsüne, süngüsünü saplayan Mehmetçiği göstermektedir. Tablo, Çankaya’ya bir tanıdığı tarafından gönderilmiştir. “ Ben kana bakamam. Bir tavuğun bile boğazlanmasına tahammül edemem “ diyen bu insanı, baktığı resim, Mehmetçiği küçülttüğü için de yaralar. “Kapatın ve kaldırın şunu ne iğrenç manzara, gönderenin şaşarım aklı perişanına” (Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ün Hususiyetleri, İstanbul 1964,s.24.) der.

Cumhuriyetin onuncu yılında Anadolu’ya “Yurt Gezileri” adı altında ressamlar gönderilmeye başlandı. Bu kapsamda Zonguldak, Bursa, Balıkesir, Samsun ve İzmit gibi şehirlerimizde açılan sergilerle resim’e olan ilginin ve dini nedenlerle var olan yanlış anlayışın düzeltilmesi hedeflendi. O yıl yapılan resimler, Ulus’ta eski Maarif Vekâleti binasının çatı katında “Türk İnkılâp Sergisi” adı altında sergilendi. Açılışını bizzat Atatürk’ün kendisinin yaptığı sergide, saatlerce kalarak tüm resimleri dikkatle incelediği, Sergi’de İbrahim Çallı’ya; “Efe hiç böyle örtü üzerine oturur mu?” ya da “Nerede bu üçünün (efeler) atları?” gibi sorularla ilgisini gösterdiği bilinir. Atatürk sanatçıları, şevkle çalışmaları için motive ederdi. Bu sergide daha çok devrimlerle ilgili konularla Atatürk portrelerine ağırlık verilmiştir.

Ünlü tarihçi Cemal Kutay’ın kaleme aldığı Atatürk’ün Son Günleri adlı eserde, Gazi’nin resim sanatına gösterdiği ilgiye dair bir hikâyecik bulunmaktadır. Kutay’ın ifadesiyle; Atatürk resim-heykel sergilerine tercihen ya ilk ya da son gün gitmektedir. Şayet ilk gün gidiyorsa köşke şahsi parası ile aldığı eserleri yakınlarına ve bakanlara tavsiye etmekte, son gün gidiyorsa da boşta kalan eserleri satın alıp, sanatçıların çalışmasının devamını sağlamaktadır. 

Yine Kutay’ın bizzat tanıklık ettiği bir olayda ise büyük lider, ressam Şevket Dağ’ın sergisini ziyaret etmiş, bakanların eser satın almadıklarını öğrenince Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’a dönerek ; “Biz bu şaheserleri Çankaya’ya götürelim de daha yakından seyredelim” talimatını vermiştir. Yazar, tahsisat kalmadığı için Atanın iş Bankası'ndaki hesabından, yani şahsi parasından ödeyerek o tabloların alındığını anlatır.

İş Bankası'nın kurduğu ilk şeker fabrikalarından, cam fabrikalarından başlayarak sanayileşme hareketinden sonra bütün sanayi müesseselerinin bütçelerine sanata yardım faslı altında bin-bin beş yüz liralık tahsisat koyduran Atatürk’tür.

Tanınmış ressamlarımız tanınmış heykeltıraşlarımız, hatta yeni yetişen yetenekler yılın belli günlerinde eserlerini Ankara'ya getirirler, sergi evinde teşhir ederler ve her tablonun altında "Falan müessese tarafından satın alınmıştır kaydı konulurdu. Maarif vekâletinin bütçesi 198 milyon iken, 1927 de Ankara açılan Güzel sanatlar birliğinin 4. sergisinde alınan 34 tablo için Maarif Vekâleti 2300 TL, Meclisin ise 500 TL ödediği bilinmektedir. Bu yüksek rakamlar yaşanılan ekonomik zorluklara rağmen resim sanatına verilen değeri anlamak yönünden çok önemlidir.

“ Bir ulus sanattan ve sanatkârdan yoksunsa tam bir hayata sahip olamaz. Böyle bir ulus bir ayağı topal, bir kolu çolak, sakat ve hastalıklı bir kimse gibidir. Sanatsız kalan bir ulusun hayat damarlarından biri kopmuş demektir.”diyen büyük düşünür Atatürk; Ulusal bilinci yerleştirme çabaları ve çağdaş bir devletin gerektirdiği toplumsal ve kültürel kurumları oluşturma çalışmaları ile Türk sanatçısının yolunu aydınlatmıştır. Bu sayededir ki İbrahim Çallı, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Feyman Duran, Fikret Mualla, Nuri İyem, Abidin Dino, Nurullah Berk ve İbrahim Balaban gibi pek çok ressamımızın uluslar arası başarılar kazanarak Türk resim sanatını dünyaya tanıtmışlardır. 

Bunca çabalarının ve emeklerin karşılığında 2017 yılı Türkiye’mizde gelinen nokta ise içler acısıdır. Özellikle sanata ve sanat eserlerine yapılan sansürlerle o kadar trajik bir hal aldı ki; bazen insan okuduklarına inanamıyor. Örneğin TV’de yakın bir zamanda gece yayımlanan “Ada” adlı filmde Pablo Picasso’nun, 1962’de yapmış olduğu tablosu sansüre uğradı. Picasso’nun “Oturan Kadın” adını taşıyan resimlerinden birinin, “göğüsleri andıran çizimler” yüzünden mozaiklenmesi veya Cemal Reşit Rey (CRR) Kongre Merkezi’nde düzenlenen bir sergide, sergilenme hakkı kazandığı halde “Çilek Seven Kadın” eserinin bir göğsünün açık olması nedeni ile sergiye dahil edilmemesi sadece benim hatırladığım birkaç tanesidir.

Atatürk’ün yaktığı aydınlanma ışığının üzerimizde tekrar parlaması, sanatın içine tükürmek gafletinde bulunan, sanattan ve estetik duygudan mahrumların bu ışıkla gözlerinin kamaşacağı ve yeniden özgür sanat eserlerinin yaratılacağı günlerin yakın olduğunu biliyorum. Saygı ve Sevgi ile kalın…