Öncelikle on yıllardır on binlerce insanımızn hayatına mal olan Kandil’de terör yuvalarını imha harekâtı başlatmış olan askerimize başarılar diliyoruz. Tam da bu sürecin öncesinde ABD ile Menbiç yol haritası imzalanmıştır. Dışişleri ve Milli Savunma Bakanlarının temasları sonucu ortaya çıkan bir mutabakat belki de son yılların en kısa fıkrasıdır: “ABD ve Türk askeri YPG’yi temizleyerek Menbiç’te birlikte devriye gezecek!” Askerimizin başımıza çuval geçiren, ortak tatbikatta kasten biz müttefik gemisini batıran, daha nice düşmanlık sicilleri dağlar gibi kabarık devletin askeri ile!

İki müttefikin bir araya gelerek bu hassas konuyu müzakere edebilmesini başarı olarak kabul edilebilir. Bununla beraber ABD tarafından masada yer alan Pompeo veya Mattis’in attığı imzaların kıymetini anlamak için Beyaz Saray’da bu tür mevkilerdekilerin ortalama kaç ay kalabildiklerine bakmak gerek. Öte yandan Suriye sözkonusu olduğu zaman Beyaz Saray ve ekibinin sözü, sözde kalır. Belirleyici olan CENTCOM, Pentagon, CIA, Neoconlar, kısaca İsrail lobisidir. Trump öncesi dahil bugüne kadar Beyaz Saray ile mutabakatların neticesine bakıldığında aldatmalar veya sözünde durmamalardan oluşan dev gibi bir çöplük karşımıza çıkar. Bu mutabakatın da günü geçiştirmeden öteye anlamı olmadığının yığınla sebebi var.

Menbiç mutabakatında Türkiye’nin güvenliğini, kısaca PKK-PYD bağlantısı ile ilgili hassasiyetlerini dikkate alan hususlar var. Ancak en ilginci son aylarda daha sık dillendirdiğimiz “Menbiç’i Menbiçliler yönetsin” formülünü Suriye’nin her birimine uygulama “ilke”sidir. Bunun anlamı örneğin “Kobani’yi Kobanililer yönetsin”dir. Yani kantonlaşmayı, yeni Kandil kamplarını kabullenmemizdir. 

Denebilir ki bu coğrafyayı kendi sahiplerinin yönetmesinin Türkiye açısından ne sakıncası olabilir? Buna karşı cevabımız bu coğrafyanın kendi sahipleri ya öldü, ya göç etti, kalanlar ise bir dış güçün veya terör örgütünün zorunlu piyadesi durumunda. Öte yandan harabeye dönen şehirlerle birlikte kayıtlar da enkaz altında kaldı. Özellikle çatışma bölgelerine vagonlarla gelen Yahudi, Ermeni ve diğer istihbarat örgütlerinin yönlendirdiği kitleler bir şekilde yerli kimliğine bürünmekte, bir adım sonra bulunduğu kasabanın sahibi olarak dış güçlerin desteği ile yöneticilik pozisyonuna hazırlanmaktadır. Kandil’i teröristlerden temizlerken sınır boyumuzda nice Kandillerin oluştuğunu, farkında olmadan bunlara da meşruiyet tanıma aşamasına geldiğimizi görelim.

Menbiç mutabakatında olmayan şey ise Suriye’nin ülkesel bütünlüğüdür. Halbuki Türkiye’nin Rusya ve İran’la yürüttüğü Astana sürecinin en önemli vasfı Suriye’nin bütünlüğünü savunmasıdır. Bu hedefte önemli aşamalar geçilmiş idi.

Denilecek ki Suriye mi kaldı? Bugün fiilen Suriye en az üç bölgeye ayrılmış durumda. ABD-YPG’nin işgal ettiği bölge fiilen bağımsız ve ABD’nin, dolayısıyla İsrail’in kontrolünde. Bir devletten beklenen bütün fonksiyonlar PYD üzerinden icra edilmekte. Bizim silah bırakmasını beklediğimiz PYD’liler elbise değiştirerek bulunduğu şehrin “asıl sahibi” olarak polis, zabıta, jandarma, memur pozisyonunda varlığını sürdürecektir. PKK ile ilişkilerin koparılması veya silahsızlanma mutabakatı ise oldukça komik laflar. Yıllarca bölgeyi dev gibi bir askeri üs haline getiren ve bütün stratejisini Suriye’yi parçalayarak terör örgütleri üzerinden kontrol kurmuş olan güçler şimdi kendi öz evlatlarını mı satacak. Filvaki ABD’nin şartlar değiştikçe dünkü dostlarını sattığının örneği çoktur. Ancak burada Siyonist projeler de devreye gireceği için bugüne kadar olduğu gibi ilk fırsatta Türkiye’ye verdiği sözleri unutacaktır. Adı değişse bile PYD’yi daha da güçlendirecektir.

Fiilen birleşik bir Suriye kalmadığı halde Uluslararası Hukuk açısından Suriye’nin bütünlüğü devam etmektedir. Bunun en büyük garantörü de Türkiye’dir. Aslında Türkiye, kendi ülke bütünlüğü için Suriye’yi savunmak zorundadır. Buna Suriye kadar Türkiye’nin de ihtiyacı vardır. Mevcut şartlarda Türkiye’nin kararlılığına karşı Suriye’yi hukuken bölmek zordur. Belki de ABD tarafından bu yüzden mutabakata ihtiyaç duyulmuştur. Ancak Ankara’nın bu aşamada vereceği tavizlerin dönüşü zor olacaktır.

İttihat ve Terakki bir İngiliz projesi olduğu halde I. Dünya Savaşı’nda bu partinin iktidarda olduğu Osmanlı’yı karşı cepheye itti. İngiltere’nin hedefi binlerce kilometre ötedeki Osmanlı’yı parçalayarak başta Siyonist hedefler olmak üzere çıkarları doğrultusunda siyasi yapılanmayı sağlamaktı. Osmanlının kontrollü bir şekilde parçalanmasının İngiltere açısından birçok getirisi olabilir. Ancak Türkiye’nin 2011’den beri Şam yönetimini karşı kamplara iterek Suriye’nin parçalanmasını sağlamakta hiçbir menfaati yoktur. Öncelikle 900 kilometrelik sınır komşusunun yıkılan duvarları kendi üzerine çökecektir, dört milyonluk mülteci ile zaten çökmüştür.

İçinde Türkiye’nin bulunduğu Astana sürecine Şam yönetimi ile birlikte muhaliflerin de katılmasından sonra yeniden düzenlenecek bir Suriye yönetiminin olmazsa olmazı Ankara-Şam işbirliğidir. Ancak Ankara, 2011’den beri önemli ölçüde ABD’nin aldatmaları yüzünden Şam ile diyaloğu kesmiş, atları arabanın arkasına koşmuştur. Bu diplomatik kopukluk, ülkeyi Esed’den kurtarmak şöyle dursun, Nusayri rejimini daha da güçlendirmiş, vazgeçilmez hale getirmiştir. Nitekim Rusya-İsrail anlaşmasıyla Esed’in de bu sürece katıldığı haberleri gelmektedir. Halbuki Esed yönetimi, Türkiye için hayati tehlike olan YPG’ye karşı olan tek güç idi.

Eğer bölgeye barış gelecekse bu ancak Ankara ile Şam’ın ülke bütünlüğü ve sınırların değişmezliği temelli anlaşması, diplomatik ilişkiler kurması ile mümkün olacaktır ki Rusya ve İran bunun doğal tarafları olacak, adım adım diğer bölge ülkeleri de katılmak zorunda kalacaktır. İsrail’in manipülasyonları elbette sürecek, ancak belirtilen güçler bunu bertaraf etmeye muktedir olacaktır. 

Başlıktaki soruya dönecek olursak, Astana süreci, ABD’nin yeni bir aldatması zahir oluncaya kadar çöpte gibi. Bunun çok fazla zaman alacağı da beklenmemelidir.