Beynimde, yüreğimde bin bir duygu ve düşünce; cümleye hangisiyle başlamam gerektiğini bilemediğim anlardan biri. 

Acı, lanet, isyan.

Kaç gündür Türkiye durmadan Helin Palandökeni konuşuyor. Haber bültenlerinin ana konusu!

Milyonların içinde belki, beş on kişi tanırdı ismini söylediğinde. Ama şimdi bir kaç saniyelik dram senaryolu bir olay onu tüm Türkiye ye tanıttı. 

Ben insanım diyebilen her canlı olaya tepkisini göstererek isyan etti. 

Sokakta, evde, sosyal paylaşım sitelerinde herkes bir şekilde olayı kınadı. 

Nereye bakarsam hep Helin Palandöken üzerine konuşuyor. Herkes masum, herkes üzgün bir şekilde kızın haline acıyor. Bugün bir protesto yapalım, bugün tüm kadınlar siyah giyinsin, bugün herkes matem havasına bürünsün. 

Paylaşılan her fotoğrafta ayy kardeşimiz ne kadar nazik, ne kadar güzeldi. 

İnsanlar hep bir ağızdan idam diye tempo tutarken, sosyal medyaya sızan bazı gafiller, 17 yaşında genç kızın nasıl sevgilisi olabileceğini konuşuyor. Ancak gelin görün ki, o gafiller 22 yaşında bir gencin nasıl tüfek bulabildiği sorusunu akıllarına bile getirmiyorlar. 

Hayır'ın hayır demek olduğunu öğrenemediğimiz bir ülke de yaşıyoruz maalesef. 

Sevgisini saplantı haline getirmiş bir aşık ve Aşkına karşılık vermediği için öldürülen bir genç kız. 

Tutku ile sevdiği insanın onu sevmesini arzulaması. Karşısındakinin isteklerini göz ardı ederek dayatması vs. 

Aşkın kör ediş hali. Bu olsa gerek! 

Benim, sizin hatta bir çoğumuzun kurtulmaya çalıştığı, bize beslenen saplantılı bir aşk hikayesi vardır.

Bu akşam ölürüm, ya benimsin ya toprağın, ölümüne sevda, esirin oldum şeklindeki cümlelerle şarkılarda geçen kara sevdalardan kaç kadın illallah etmiştir. Kim bilir. 

Şuan yazımı yazarken ne düşündüm biliyor musunuz?

Acaba mecnun bu devirde yaşasaydı yine Leyla için çöllere düşer miydi? Ya da çağın aşıklarına uyup sürekli Leyla'nın çevresinde dolaşır, radyolardan onun için şarkı ister ve duvarlara "Seni seviyorum Leylaaa" diye yazar mıydı? Ferhat, Şirin için dağları deler miydi? Yoksa Şirin'in derdine Boğaz Köprüsü'ne çıkıp "Şirin gelmezse kendimi atarım" naraları mı atardı? 

Onların yaşadığı takıntımıydı bilemem ama gerçek bir aşk olduğuna eminim.Çünkü onlar hiç bir şekilde sevdiklerine zarar vermeyi akıllarından bile geçirmediler. 

Aşk, bağımlılık, takıntı; yaş, cinsiyet farkı demeden hem erkeklerı, hem de kadınları tutsak haline getirıyor. 

Olmayacak bir aşkın peşinden koşmak ya da biten ilişkinin ardından terk edilme gerçeği ile yüzleşememek. Takıntılı aşkların tehlikeli girdabına yakalananlar, kendilerini sonu gelmeyen bir çıkmazın içerinde buluveriyorlar. 

Ve sonuç ortada. Gazetelerin üçüncü sayfasına taşınan aşk cinayet, ve ya intihar vakası. 

Peki bu bağımlılıktan kurtulmanın bir reçetesi varmı? 

Aslında hepimizin bildiği ama geri planda kalanlar; Kendimizi sevebilmek değil midir? Kendimizi anlayabilmek, ne istediğimizi gerçekte bilebilmek. en önemlisi kendimize duyduğumuz özgüven. Kendi hayatımızı önce düzene sokmak. Kendisine yetemeyen bir insan başkasına yetebilir mı? Ya da kendisinde ki eksiklikleri bir başkasında tamamlamak bir ilişkiyi nereye kadar götürebilir? 

Kısaca şöyle özetleyeyim sevgili dostlar!

Hayatta kimseye körü körüne ve sizi hiç terk etmeyecekmiş gibi bağlanmayın. 

Sonrasında hüsrana uğrayan yine siz oluyorsunuz. Çünkü 70 yaşındaki bir insan için boşa geçmiş sekiz sene ne demek! Ya da içinde bulunduğunuz çıkmaz için geçirdiğiniz neredeyse ömrünüzden bir yıl götüren bir gün!

Her şeyden öte ölüm olan bu dünyada bir insana kendinden fazla bağlanmak nasıl bir kumar? 

Kendinizden ödün vermeden, yeri geldiğinde "eyvallah"demeyi bileceksiniz. 

Özetle aşkınızı yorganınıza göre uzatın.

Tabi bunlara hiç gerek kalmaması gereken bir ilişki yaşamanız dileğiyle.