MEŞRUTİYET,  CUMHURİYET  VE  DEMOKRASİ

     Meşrutiyet / Meşrutî, Cumhuriyet / Cumhurî ve Demokrasi / Demokratik rejim ve idareler -hangi isimle karşımıza çıkmış olurlarsa olsunlar- Şeriat'a, Dine ve İslâmiyet'e uygundur. Dîn'in ne ruhuna, ne içeriğine ve ne de muhtevasına aykırıdır. Yani Dîn ile ters düşmez. Zımnen / dolayısiyle meşru ve doğru idare tarzı ve rejimlerdir. Üstelik dört büyük mezhepçe de Şeriat'a uygun ve muvafıktır. Kısaca Şer'îdirler. Çünkü seçmek, seçilmek, istişare / danışma, müzakere, müşavere, meşveret ve şura vs. Kur'an ve Hadis'in ruhuna uygun tatbik şekilleridir. 

     1908'de Meşrutiyet yani Taçlı Demokrasi tekrar ilân edildiğinde, Meşrutiyet -maalesef- zamanın birçok  uleması / âlimleri tarafından küfür rejimi sayılmıştır. Ne yazık ve ne hazindir ki, bugün de o zihniyet kimilerinde aynen mevcut. Cumhuriyet ve Demokrasi'ye küfür rejimi zihniyet ve düşüncesiyle bakanlar var!

     Oysa bilmiyolar ki, bir şeyin ismi değişmekle, o şeyin mahiyet ve içeriği değişmez. Başkalaşmaz. Yani “Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez.” Fakat ne gariptir ki, bu rejimleri meşru görmeyip benimsemeyenler; içinde yer almaktan da geri kalmıyorlar. Bu da işin tesellî ciheti olsa gerek.                                    

     Bu tutum ve davranışları; gaye için her şeyi meşru ve doğru görmekten başka bir şey değil. Kaldı ki, dâvâ da meşru, ona götürecek vâsıta / sebep ve âlet de meşru ve doğru olmalı. Zira “Kem âletle kemalât olmaz.” Yani “Kötü âletle doğru ve güzel bir iş yapılmaz.” Nitekim usta bir marangoz; kör bir keserle, kereste veya tahtayı ancak heba ve zayi' eder.

     “Din (hâşâ) afyondur!” sözü -bir bakıma- ne kadar doğru! Tabii Din'in kendisi değil. Yanlış anlaşılan, yanlış tatbik edilen Din afyondur. Nitekim Meşrutiyet ilân edildiğinde, yanlış yorumlandı. Yanlış tefsir edildi. Bu yüzden karşı çıkıldı. Asırlık gecikmeye sebep olundu. Böylece kalkınmak, muasır / çağdaş medeniyet seviyesine yetişmek ve arayı kapatmak ne kelime; biraz daha arayı açtık.

     Evet, “Dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan kişilerin; dine verdiği zararı, akıllı düşman veremez.” İşte Meşrutiyet; böyle samimî fakat akılsızca görüşlerle heba edildi. Öyle ise hiç olmazsa bugün, Cumhuriyet ve Demokrasimizin kıymetini bilelim ve onlara toz kondurmayalım.

     Ayrıca, şunu da bilelim ki, mâlûm olduğu üzere, her türlü meşru dâvâyı yürütmek maddeten terakkiye / yükseliş ve ilerlemeye vabeste ve bağlıdır. Zira maddî imkânı olmayanlar; ne maddî geriliği giderebilir ne de mânen yükselişi sağlayabilirler.

     Anadolu'ya -kader icabı- adım attığımızdan beri, sadece hattı değil, sathı da savunmak zorunda kaldık. Dile kolay, bu nefsî müdafaa tam on asır sürdü. Hâlen de devam ediyor. Milletçe başımızı bir türlü rahat bir şekilde yastığa koyamadık. Bu yüzden Batı'dan gelen her şeye karşı şüphe içinde bakdık. İşte bu hâl bizi septik ve şüpheci yaptı. Peşinen, yanlış ve yersiz olarak; düşünüp taşınmadan Batı menşe' ve kaynaklı her şeye karşı çıktık. 

     “Huz ma safa, da' ma keder.” / “Her şeyin iyisini al, kötüsünü bırak.” Meal ve anlamındaki düstûruna kulak asmadık. “Hikmet mü'minin kaybolmuş malıdır.  Nerede görse almalı.” prensibine de uymadık.

     Zaten kimin elinde zuhur etse de hak, hakikat, ilim ve fen; insanlığın ortak malıdır. Her milletin az veya çok bunda payı vardır. Her mucit / bulucu kendisinden öncekiler olmasaydı; sırf kendi katkısıyla bu işi sonuçlandıramazdı.

     Unutmayalım ki, bardağı taşıran son damladır. Ama önceki damlalar olmasaydı; o damla son damla olmayacaktı.

     Nitekim ilim ve fen bardağının son damlası Batı'nındır. Ama evvelinde başta Endülüs'lü müslüman âlim ve bilginlerin önceki damlaları olmasaydı; Batı son damlanın sahibi olamıyacak, bu şekilde karşımıza çıkamıyacaktı.

     Çok şükür ki, bugün o taassuptan uzağız. Bir an önce terakkî ve yükseliş açığımızı kapatmanın; gecikmiş de olsa gayreti içindeyiz.

     Çünkü artık eski hâl muhal, ya yeni hâl veya izmihlâl.