Seyahat dediğin, öyle sürat ile, hız ile yapılmaz. Yol yavaşça gidilir, sindire sindire... 

Eski kervanlar gibi… Ağır ağır, üzerine milyonlarca kez basılmış toprağı hissederek. Zamanı hissederek… 

Evliya Çelebi seyahatnamesini yazarken, gittiği yerler hakkında yol boyunca karşılaştığı insanlardan bilgi alırdı. O şehre ulaştığında o şehri kısmen tanır ve kısa sürede şehri keşfederdi. 

Düşünsenize tanımadığınız bir şehre ışınlandığınızı… Bir anda ve sürat ile orada olduğunuzu… Tatsız tuzsuz birkaç gün yaşar geri gelirsiniz. Şehre geldiğinizde yabancısınızdır. Kaynaşmak vakit alır. Gezilecek, görülecek yerler görülemez. Ve hiç tanıyamadan, anlayamadan dönersiniz.

Evliya Çelebi yavaş yavaş yol aldı. Yol boyunca hanlardan, yolculardan şehir hakkında bilgi aldı. Şehir halkını, âdetlerini öğrendi ve günün sonunda onların diliyle onları anlattı. Hepsinden önemlisi tam olarak yaşadı.

Hız, sürat; surettir. Aslını, gerçeğini yok eder.

Sürat, suretleri yaşatır. Sürat ile yol alan özümseyemez. Bölge, doğa, canlılar hakkında aklında kalan suretlerdir. Hızla gelip geçmiştir, tek hatırladığı gölgedir.

Suretlerden keyifli bir hikâye çıkmaz. Hatta tam olarak orada ne olduğu bilinemez. Ve bilinmeyenden korkarız. Demek ki suretlerden çıksa çıksa korku hikâyesi çıkar.

Sahte, hibrit, melez tohumlar surettir. Süratle etkisi geçer. Bir sonraki tohumu sebze vermez. Tohumu tekrar satınalmak zorunda kalırsın, almazsan aç kalırsın.

Diyoruz ya!.. Evliya Çelebi gerçekten yaşamış dünyayı… Acısını-tatlısını tam olarak görmüş, yavaş yavaş, sindire sindire gezmiş…

Onun döneminde, hatta 40 yıl öncesine kadar el yapımı tohum yoktu. Teknoloji gelişti, tohum belli amaçlara uygun olarak insan yapımı oldu.

Geçmiş hasatlarda bir miktar elde bırakılır ve bir sonraki yılın tohumu çıkardı. Tohumda doğurganlık vardı. Var oluş süreci eksiksizdi. Sağlıklı yapı süregelmekte idi.

El yapımı tohumlar ise kısmen kısırdır. Mahsülden kalan tohumların doğurganlığı ilk yıl azdır, sonraki yıl yoktur. Ve yok oluş sürecindedir.

Günümüzde yıllık 200 milyon dolar ithal yabancı tohuma ödeme yapıyoruz. Sadece domates, sebze tohumlarına 115 milyon dolar ödüyoruz. 

Buğday tohumunun %75’ini Devlet Tarım İşletmeleri karşılayabiliyor. Ama mesela mısırın %5’ini karşılayabiliyor. Marshall yardımıyla başlayan bu süreçte mısır hep gündem… 

Mısır cenneti Karadeniz, Trakya mahsulünün %5’i kadarının tohumu kendinden, %95’i yabancı menşeili… 60 yıl öncesine kadar mısır özü yağı, margarin bilmeyen bizlere dayatılan aynı mısırın, tohumu da nedense bizde az kalmış. Yerli mısır tohumu bulmak zor. Yabancı mısır tohumu bulmak kolay ama oldukça oynanmış, mahsulü bol, şekerli ve daha sulu… Daha makbul gibi dursa da üzerinde oynanmış ve yarını yok…

Süratlenmekteyiz… Mısırı, domatesi, patlıcanı, biberi, salatalığı, bezelyeyi değil suretini yemekteyiz. 

Demek ki neymiş!.. Ayaklar baş, para da herşey olunca, suretler asılları yermiş…

Rantsal…

Ege denizinde dün 6,2 büyüklüğünde deprem yaşadık. Egeliler çok korktu, geceyi sokakta geçirdi. Nasıl korkmasın? İstanbul’dan bile yoğun hissedilen şiddetli bir deprem oldu. Neyse ki can kaybı yok.

Deprem tekrar ilk gündemimiz oldu.

1999’da çok şiddetli yaşadığımız depremi hatırladık. Çok kişi hayatını kaybetmişti. O dönemin seçimlerinde bir çok proje sözü verildi. Milyonlarca ev başka bir depreme dayanamayacak durumdaydı. Sözüm ona kâr güdülmeden, evler yenilenecekti. Kentsel dönüşüm başladı ve kâr öne çıktı. Müteahhitler para kazanmayacakları binalara girmedi. Kentsel, rantsal oldu. Binanın yeri kıymetliyse, yeni daire çok para edecekse müteahhit girdi. Gelir düzeyi düşük ilçelere ya da kalabalık binalara neredeyse hiç girilmedi.

Şimdi haberlerde deniyor ki; şu anda 14 milyon bina depreme dayanıksızmış. Büyük felaketin ardından 18 yıl geçmiş, verilen sözlerin ardından yıllar yıllar geçmiş. Meğer onlar rant sarhoşluğu ile kendinde değilmiş, içi geçmiş, özü ölmüş. Ruhu bile ondan çok çekmiş, bedeni terk edip gitmiş. Bedenler zombi kalmış, maneviyatsız ve yalnızmış…