Anılarım, “GERÇEKLER ve YALANLAR” başlığı altında 2007 yılında Ankara’da kitap olarak yayımlanmıştı. Benim hayatımda önemli yeri olan kader arkadaşım Abduveli Güli (Abduveli Aka) ile ilgili anılarım, “Abduveli Aka”, “Abduveli Aka ile Vedalaşmak”, “Abduveli Aka ile Son Kez Görüşmek” şeklinde kitabımda 3 bölüm halinde yer almıştır. Hayal gücüne hayran olduğum Abduveli Aka, “Bir gün gelecek, bu zulüm mutlaka sona erecektir!” sözleri bugün de kulaklarımda yankılanmaktadır. Doğu Türkistanlı aydın Abduveli Güli ile ilgili anılarımı sizlerle paylaşmak istedim. 

Abduveli Güli (Abduveli Aka)

Aramızda 40’lı yaşlarında üniversite fizik bilim dalının hocası olan Abduveli Güli adlı bir kişi vardı. Onu yakından tanıdım, konuşmaları çok yerinde, bilgili kişiydi. Günler geçtikçe Onun özgeçmişini de, aile durumunu da öğrendim: Doğu Türkistan’ın Turfan şehrindenmiş. Turfanlılar “v” sesinin karşılığında “g” sesini telaffuz ederler, bu sebeple Onun Veli olan soyadı “Güli” olmuş. Ürümçi’deki üniversitede Fizik Bilim Dalı Başkanı olarak çalışırken “yerli milliyetçi” suçu ile yakalanıp çalışma kampına gönderilmiş; üniversite kütüphanesinde çalışan eşi, "milliyetçinin eşi" olarak Küre ilçesindeki bir komüne sürülmüş; 8 yaşında bir kızı, 5 yaşında bir oğlu varmış. Çoluk çocuğu hakkında konuşurken gözleri dolu dolu olurdu. Peki, “yerli milliyetçi” suç damgasını nasıl hak ettiniz, diye sorduğumda, düşünceye daldı ve gözleri parladı: 

-İçimi boşaltmıştım, dedi. 

-Nasıl, yani kendiliğinizden mi söylediniz, diye, tekrar sordum.

-Evet, Stil Düzeltme Hareketi başlarken, herkes düşündüklerini serbestçe-hiç çekinmeden ortaya koyabilir, demişlerdi. Onlar, benim yıllardır özlemini çektiğim bu özgürlüğü, “Tüm çiçekler açılsın, tüm kuşlar ötsün, herkes istediği gibi konuşsun” şeklindeki Mao Zedung’un ünlü vecizesine dayanarak ilan ediyordu. Ben de bu fırsattan yararlanıp, büyük bir toplantıda, büyük çoğunluğu Çinli olan birkaç yüz kişi önünde geniş bir zaman dilimine yayılmış konuşmamı yaptım. Konuşmamın özeti:

Siz Çin Komünistleri Marksizm’i kalkan yaparak Doğu Türkistan’a bir işgalci olarak geldiniz. Yaptığınız işlerin Marksizm’le hiçbir ilgisi yoktur. Ordunuzun adı “Azatlık”tır, oysa ordunuzun da “azatlık” ile hiçbir ilgisi yoktur, ordunuz işgalci ordudur. Parti ve ordu olarak sizler Doğu Türkistan’a Büyük Çin Irkçılığını, cehalet, açlık, yoksulluk, işsizlik, zulüm ve ölüm getirdiniz. Hapishaneler mahkûmlarla doldu; ölüm, feryat ve gözyaşı, benim zavallı ulusumun günlük alışkanlığı haline geldi. Sözünüz ile işiniz birbirini tutmuyor, uygulamadaki devlet siyasetiniz ikiyüzlüdür: Sözünüze göre, çok uzaklardan büyük zahmetlere katlanıp bizi kurtarmaya gelmişsiniz; işinize göre, başkalarını yutan Büyük Çin Irkçılığı haklıdır, azınlıkların kendini savunan milliyetçiliği ise suçludur. Uygur olmak suçtur. Sözünüz yalan, işiniz gerçektir. Art niyetli ulussunuz, art niyetli devletsiniz. Bugün, benim Doğu Türkistan denilen bu zavallı ülkem, Büyük Çin Irkçılığı uğruna yapılması mubah olan, tüm cinayetleri işleyen Çinli canilerin at oynattığı arena haline geldi,   dedim. Çin devletine-ulusuna yönelik bu özlü tanımlamamdan sonra,  hiç acele etmeden bu sözlerimi, biri öbürünü tamamlayan, biri diğerini destekleyen örneklerle kanıtladım. Salondakiler konuşmamı hiç bölmeden derin sessizlik içinde dinlediler. Bu sessizlikten, söylediğim inkâr edilemez gerçeklerin gücü yankılanıyordu. Konuşmam bittiğinde kendimi olağanüstü bir rahatlık içinde hissettim” diyordu.    

Bu gerçekleri açık halde söyleyebildiniz, öyle mi? dedim.  O, gülümseyip:

-Ne yapalım, öyle, diyordu. 

Bu sesler, Doğu Türkistan’ın 200 yıllık esirlik tarihinin yetiştirdiği siyasîlerin değil, Doğu Türkistanlı bir aydının sesi idi. Siyasîler bazen aşırıya kaçabilir, fakat gerçek aydın ise asla aşırıya kaçmaz. Bu seslerin sahibi gerçek bir aydındı.

Bu kişinin cesaretine, dürüstlüğüne hayret ettim. Hususen Onun “Uygur olmak suçtur” ifadesini kendi sesim gibi algıladım. Sanki bu kişi, benim “suçumun” tanımlamasını yapıyor ve benim haklılığımı savunuyordu: Çinli için, Uygur olmak suç olduğuna göre, Uygur’u Uygur yapan Uygur tarihini öğrenmenin de suç olacağı gayet doğaldı; böylece bu zatın sayesinde kendi “suçumun” özünü daha derinden kavramıştım. Anladım ki, Uygur tarihini öğrenme isteğimle, Doğu Türkistan’ın yüzyıllarca süregelen “bağımsızlık” denilen sorununa dokunacak olan, Çin rejiminin-Çin ırkçılarının bam teline basmışım. 

Ben, düşüncelerinden çok etkilendiğim bu zata “Abduveli Aka” diyordum. Uygurca “aka” ağabey demektir. Toplantılar her gün devam ediyordu, O da ben de toplantıda az konuşuyorduk, gereksiz konuşmalardan kaçınıyorduk, çünkü geçitten geçerek kurtulmak istiyorduk. Abduveli Aka arada sırada ailesinden mektup alıyordu, bazen düşünceli, bazen bitkin bir hali vardı. Onun böyle vakitlerinde kendimi Ondan uzak tutarak, Onu baş başa bırakıyordum, acılarını tazelemek istemiyordum. Arada sırada kendine çok benzettiği 5 yaşındaki oğlu hakkında konuşup, Onun özlemini çekiyor, ailesinin geçiminden kaygılanıyordu. (Kurban 2007: 113-115).

Abduveli Aka ile Vedalaşmak

Gulca şehir kıyısına gelip yerleşeli 7 ay kadar olmuştu. Toplantıların herkes üzerindeki sonuç kısmına yaklaşmıştık. Abduveli Aka söz aldı, hepimiz merakla Ona bakıyorduk. O, biraz duraksadıktan sonra:

-Eşimden mektup almıştım, ailem zor durumda... Eşim, barınmak ve esenlikleri için, para karşılığında oğlumu birine satmayı düşünmüş. Bağlı bulunduğum kurumdan-devletten, ailemi bu zor durumdan kurtarmak için yardım etmelerini istiyorum, dedi. Abduveli Aka’nın, bu aile gerçeğini,  kendisinin daha çabuk salıverilmesinde etkisi olur kanaatiyle söylemiş olduğunda elbette kuşku yoktu. Fakat, çevirmen aracılığıyla Onun sözünü dikkatle dinleyen yönetici Çinlinin yüzü soldu ve hemen şu yanıtı verdi: 

-Senin bu söylediklerin propaganda amaçlı bir yalandır. Sen geçmişte de yaptığın gibi yine çoğunluğun zihnini bulandırmak-zehirlemek için bu hikâyeyi uydurmuşsun. Bizim sistemimizde çocuk satmak gibi bir olgunun olması değil, düşünülmesi bile olanaksızdır, diye kestirip, toplantıyı anında kapatıverdi. Çinli bu sözleriyle, hem sahiplendiği sisteminin “insancıl”(!) olduğunu savunuyor, hem düşmanına aile acısını çektirebildiğinin gururunu yaşıyordu.

Zavallı Abduveli Aka, mantıklı düşünmeye, düşündüğünü söylemeye alışmış, ikiyüzlülükten nefret eden dürüst kişiliğinin kurbanı olmuştu. O ulusunun ağırlığını omuzlamış, fakat ailesinin ağırlığını omuzlarken kendisi düşmüştü. O bir batan gemi haline gelivermişti, herkes Ondan kaçıyor gibiydi... Ben kaçmadım fakat içime kapandım... Görünürde Abduveli Aka için söylenebilecek-yapılabilecek hiçbir şey yoktu.  

Yıl 1962, Temmuz ayının 13.günü, 80 kişinin bir araya getirildiği büyük açık hava toplantısı... Çinli yönetici elindeki listeyi okuyordu. Listede adı geçenlerin bugünden başlayarak serbest bırakılacağı duyurulmuştu. Herkes nefesini keserek listeye kulak verirken, okunan 50 kadar kişinin adı arasında benim de adım vardı, çok şükür... Fakat Abduveli Aka’nın adı çıkmadı. Ona bakmaktan bile çekiniyordum, çökmüş bir vaziyette benim yanıma gelip, elimi sıkıp kutladı. Ben Onu nasıl avutabilirdim, çaresizdim, söylemek için bir sözcük bile aklıma gelmiyordu, yaşarmış gözlerimle Ona baktığımda, Onun da gözlerinin yaşardığını gördüm...  

Abduveli Aka, hiç giyilmemiş çalışma kampının Ona verdiği yeni bir ayakkabıyı bana getirip verirken, bunu götürüp ailesinden hal hatır sormamı rica etti. Ben, mümkün olduğu kadar en kısa vakitte bu işi yaparım, diye söz verdim. Bulunduğumuz yere hemen bir kamyon geldi. Aralarında Abduveli Aka’nın da bulunduğu 30 kadar kişi bu kamyonla yola çıktılar. Onları Ürümçi şehri tarafındaki yeni kurulmakta olan Şihenzi şehrindeki çalışma kampına götüreceklermiş. Böylece, gerçek (hakikat) uğruna her şeyini yitirmiş bu bahtı kara insan, benden uzaklaşıp giderken, anılarımda ömrüm boyu unutulmaz izler bırakmıştı. Bu izler, yalanlar üzerine kurulmuş sistemde gerçeği söylemenin ne kadar güç ve bedelinin de ne kadar ağır olacağının simgesi haline gelen Onun aydın kişiliğiyle hüzünlü siması idi. O, gerçeğin er geç yalanı alt edeceğine inandığı için bu soylu yolu seçmiştir. Eğer gerçekler yaşayacaksa, bu tip minnetsiz ve namsız kahramanların omzunda yaşar. 

Öğleden sonra evime döndüm, annem kucak açıp sevinçle karşıladı, babam evde yoktu, Nılkı’daki hayvancılığımızın müsadere edildiği komüne gitmiş, her halde kendi malından dilenmeye gitmiştir. Anne babamın iktisadî hali de, Abduveli Aka’nın ailesinin durumundan pek farklı değildi. Evdeki, olsa da olmasa da olur denilen her şey, benim çocukluğumdan başlayarak topladığım tüm kitaplarım bile satılmıştı. Komün babamın çok zor durumda kaldığına inanmış ve geçinebilmesi için bir tane kısrak vermişti. Nılkı’daki babamın eski arkadaşlarından biri, son derece yıpranmış az da olsa kullanılabilir iki tekerlekli eski arabasını vermiş. Böylece babam at arabalı olarak şehre dönmüş, beni görünce daha da sevinmişti. Bu at arabasıyla babam ikimiz şehir yöresinden toptan elma alıp, kırsal hayvancılık yörelerine elma götürüp satmayı düşündük ve bu işi gizli saklı yaparak az da olsa biraz para kazandık.  

Ekim ayının başları, Abduveli Aka’nın Küre’deki ailesine gitmeyi düşündüm. Burası Gulca’dan 40 kilometre batıda bulunan Süydüng ilçesine yakın, fakat anayoldan uzak bir köşe idi. Sebebini tam olarak bilmiyorum, belki ıssız bir köşe olduğu için midir, bu yöre eskiden-Şın Şisey devrinde de mahkûmların ailelerinin sürgün yeri olarak kullanılmıştır. Önce otobüsle Süydüng’e gittim, sonra yürüyerek Küre’ye gelip, bir büyük kapı önünde duraksadım. Kapı civarında duran birinden-her halde komünün bekçisi olmalı-adres sordum. Büyük avlunun sağ kıyısındaki penceresi yüksekte olan ambar görünümündeki bir evi eliyle gösterdi. Kapıyı önce çaldım sonra açıp eve girdim, ev yarı karanlıktı, gözüm biraz alıştıktan sonra etrafa göz gezdirdim. Karşımdaki sekide duvara yaslanmış vaziyette iki çocuk oturuyordu. Çocukların önü-ayakları yorganla örtülmüştü. Sekinin sol tarafındaki ocak başında oturan kadın bana bakakalmıştı. Selamlaşıp, Abduveli Aka’nın emanetini kadına sundum. Kadın da, çocuklar da her halde beni yadırgadılar, sessizlerdi. Abduveli Aka’dan haber var mı, diye sordum. Kadın, güçlükle var, Şihenzi’de-kampta çalışıyor, diyebildi. Çocukların yüzüne baktım, ürkek, solgun ve zayıftılar. Kızı da, oğlu da Abduveli Aka’ya çok benziyordu. Anası da, çocukları da suskun, yaşayan ölü gibi idiler. Güneşli bir günün açık havasında koşa koşa oynamanın olanağından-zevkinden yoksun kalarak, yarı karanlık evde duvara yaslanıp oturmak kadar, bu çocukların başına gelebilecek başka bir bahtsızlık var mıdır?! Sanırım bundan sonra onların başına gelebilecek tek şey kalmıştı-ölüm. Dünyada, yaşam koşullarından yoksun bırakılmış insan kadar-hele çocuklar kadar değersiz olan başka bir şey var mıdır!? Onları da, kendimi de çok sıkılmış hissettim. Yerimden kalkıp, Abduveli Aka’ya benden selam söyleyin, diye,  dışarı çıktım. Yaşamın bu kadar acımasızlığının ezikliği altında dönerken, düşünüyordum: Abduveli Aka’nın deyişiyle “zavallı ulusum” ve zavallı bu çoluk çocuklar… Çinli aile geleneğinde sık rastlanan, bardağı kırdın diye, çocuğunun elini kıracak kadar zalimliği kalbinde besleyen Çinlilerden başkaları için ne beklenebilirdi!? Çinli acıma ve insaf duygusundan yoksun bir ulustur. Tanrı eğer sen varsan, ilk önce Uygurların yardımına koş. Çünkü, Çinliler ile beraber yaşamak hiç de kolay değildir. Bu yaşam her şeyden önce yalan ve haksızlıklara katlanmak demektir. Çinliler ile beraber yaşarken, cesurluğu ve dürüstlüğü seçmek ölümü seçmek demektir… Bu düşündüklerim, Çinli hakkındaki yaşadıklarımdan, gördüklerimden ve duyduklarımdan belirtilerdir. Söz konusu Çin ulusu iken, öğrendiklerimden de azıcık bir şey yazmak içimden geldi: ABD’nin 19.yüzyıldaki hızlı gelişimi sonucu, göçmen işçilere gereksinimin arttığı devirlerde bile, “Çinli göçmenlerin işe alınmaması gibi ilgili sorunlar da gözden uzak tutulmuyordu.”; “Daha 1882’de Kongre, Çin’den gelen göçmenleri kabul etmeme kararını aldı…” (Allan Nevins ve Henry Steele Commager, 2005: 276, 286). Amerika’nın çalıştırdığı işçiden ve kabul ettiği göçmenden Çinliyi ayıklamasından da anlaşılan gerçek şu ki, Çinli denilen bu ulus bulunduğu her yerde tiksindirici ortam yaratır. Amacı sadece hayatta kalmak olduğu için, bu ulusun insanî değerlerden yoksun olması gayet doğaldır.  

Aradan uzun yıllar geçip, Türkiye’ye geldikten sonra öğrendiğim bilgilere göre, Stil Düzeltme Hareketini izleyen açlık sonucu 20 milyon kişi hayatını kaybetmiştir. Çin’deki bu hareket, 30 yıl önce 1928 yılında Stalin’in Sovyetler Birliğini modernleştirmeye kalktığı hareketin bir benzeriymiş. Sovyetlerde bu hareketi izleyen açlık sonucu 25 milyon kişi hayatını kaybetmiştir (“Yüzyılın Son Anketi” Milliyet, Gazete Pazar, 31.10.1999). (Kurban 2007: 117-121).

Abduveli Aka ile Son Kez Görüşmek

Acele yol hazırlığıyla uğraştığım Gulca’daki sayılı günlerimin birinde, Abduveli Aka, anne-babamın evinde beni bekliyordu. Kucaklaştık, 18 yıllık ayrılıktan sonraki bir kavuşma idi bu. Aradan geçen bunca zaman içindeki serüvenlerimiz hemen hemen aynı idi: Komünün ağır çalışma koşulları altında geçen yarı aç-yarı tok, yoksul bir yaşam; ben çoluk çocuklu olup, biraz daha olgunlaşmışım; Abduveli Aka ise epey yaşlanmış olup, Onun iri-yakışıklı vücudu çökmüş, her zamanki hüzün dolu simasını biraz daha kırışık basmıştı. O, Ürümçi civarındaki bir komünde ailece yaşadığını, aklanma işinin henüz sonuçlanmadığını, ama olacağını umduğunu söylüyordu. Benim Türkiye’ye gideceğimi duyup, vedalaşmaya gelmiş; gönül sırlarını şu ifadelerle dile getiriyordu:

-Çok sevindim, hiç olmazsa sen kurtul. Henüz gençsin, burada ömrünü boşuna geçirme, ileride yapacağın çok iş var. Hiç olmazsa özgür dünya, senin aracılığın ile bizim acılarımızdan haberdar olur. Bir gün gelecek, bu zulüm mutlaka sona erecektir! diyordu.

Ben:

-Benden bir beklentiniz var mı? İsterseniz sizi Türkiye’ye davet ederim, aklandıktan sonra elbette izin verirler, dedim. Bu bilge insanın cevabı anlamlı idi:

-Hayır, bu yaştan sonra Türkiye’ye yük olmak istemiyorum. Senin yaşında olsaydım, düşünebilirdim. Artık ben yapabileceklerimi yapmışım, ömrüm burada bitsin, yükümü de burası yüklensin, diyordu. Yine 18 yıl önceki (13.07.1962), hüzün yüklü ruh hali içinde vedalaştığımızda, ben yine özgürlüğe uçacakmışım gibi, O yine mahkûm olarak kalacakmış gibi idi bu ayrılıkta... O kaldı, yapabileceklerini fazlasıyla yapmış olarak kaldı. 

Toplumsal gerçekler her zaman, işte ben buradayım, diye göze çarpmaz, belirsizlikler içinde uzun zaman gizli kalabilir. Aydınların görevi, gerçekleri örten tozları akıl gücüyle silerek, o gerçeği topluma tanıtmak, topluma mal etmektir. Toplumsal gelişmeler bu suretle devam edecektir… Eğer o toplumun aydınları da, o tozların altında kalmışsa, o toplum köleliği hak etmiş toplum demektir. Bu mantık gereği Abduveli Aka, bir Uygur aydını olarak, kendisinin de dediği gibi yapabileceklerini yapmıştır. Sevgili Abduveli Aka, için rahat olsun! Ulusun adına sana sonsuz minnet borçluyum; senin, kaldığın o karanlığın içinden yansıyan hüzün dolu siman, aydın kişiliğin her zaman benim için vatanımın bir yadigârı olacaktır. Elveda…

Abduveli Aka’nın aklanma işinin bu kadar gecikmesinin sebebini düşündüm... Fakat kendisine söyleyip, Onun yaşlı kalbini yaralamaktan sakındım. Bu gecikmenin arkasında şu Çin gerçeğinin saklı olduğunda kuşkum yoktu: Çin, Çin gerçeğini söyleyebilen cesur insanı öldürür, asla affetmez ve aklamaz. Evet, Abduveli Aka, benzerine az rastlanan Çin’in seçkin ve kaliteli düşmanı idi. Abduveli Aka için uygulanmış ve uygulanacak olan Çin gerçeğini, Orhun Abideleri’nde, günümüzden 1270 yıl önce atalarımız söylemiştir: “Çin ulusunun sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak ulusu öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürütmezmiş. Bir insan yanılsa, kabilesi, ulusu, akrabasına kadar barındırmazmış.” (Kurban, 1995: 89).

Çin idaresindeki Uygur aydınları için, şu iki alın yazısı mukarrerdir: Ya gerçeği söyleyip ölüm yolunu seçmek veya yalanı kabul edip, hain olmak. Abduveli Aka, hiç irkilmeden ölüm yolunu seçmiştir. (Kurban 2007: 163-165).  

Kaynakça:

Kurban, İklil, Gerçekler ve Yalanlar (Anılar-Yansımlar: 1943-2007), Ankara 2007.