Yrd. Doç. Dr. AHMET VEHBİ ECER

Erciyes Üniversitesi

İslam Tarihi

Ana Bilim Dalı Emekli Öğretim Üyesi

Bir ülke, bir toprak işgal edilmekle veya fethedilmekle vatan olmaz. Sadece askerî ve siyasî otorite ve güç, bir ülkenin vatan olmasını sağlamaz. Anadolu, tarih boyunca Perslerin ve Arapların işgallerine maruz kalmış fakat Arapların da İranlıların da yurdu, vatanı olamamıştır. Her şeyden önce fethedilen toprakta fatihler kendilerini hatırlatacak eserler bırakmak ve fatihleri hatırlayacak ve onların kültür ve mefkûrelerini devam ettirecek evlâtlar bırakacaklardır. Yahya Kemal’in Açılmış bir toprak, ancak ilk gömülen insan ve ilk doğan çocukla vatan olabilir sözü aynı mânâdadır.

Bu sebeple Anadolu’nun fethi sonucunda ortaya çıkan askerî ve siyasî otorite ile yetinmeyen atalarımız Anadolu toprağını kendince işlemiş, eserler bırakmış ve Anadolu’da var olan -az da olsa yerli halkları -âdil ilişkilerle- kendisine bağlamış ve Anadolu’yu bir Türk vatanı hâline getirmişlerdir. Fetih tek başına vatan olmayı sağlamaz da, bir toprak fethedilmeden de vatan olmaz. Bu sebeple Anadolu’nun atalarımız tarafından nasıl fethedildiğini özetlememiz gerekecektir.

Sekizinci yüzyıl ve müteakip yıllarda Bizans devletiyle Sasanî devleti arasında sürekli bir mücadele vardı. Sasanîler 605 yılında bütün Anadolu’yu ellerine geçirdiler ve birkaç yıl sonra da terk etmek durumunda kaldılar. Daha sonra Hz. Ömer döneminde başlayan Müslüman Arapların akınları oldu. Mesela Kayseri 668’de ilki olmak üzere dokuz defa geçici olarak Müslümanlar tarafından fethedildi. Bu akınlar sonucunda Anadolu’nun yerli halkı batıya göç etmiş ve nüfus yoğunluğu son derece azalmıştı. Müslüman Arap akınlarını Türk akınları tâkip etti. 1048’de Pasinler Savaşı’nda Bizans ordusunun yenilmesi üzerine Erzurum, 1057’de Malatya, 1059’da Sivas, 1067’de Kayseri ve Konya fethedildi. 1066 yılında Oğuzların önemli komutanlarından Afşin Beğ, Bizans’a birçok akınlar yaptı, İstanbul yakınlarına kadar gitti. Anadolu âdeta bomboştu ve ciddî bir direnişle 1071 yılına kadar karşılaşılmadı. Bilindiği üzere 1071 Malazgirt Zaferi’yle Anadolu’nun bütün kapıları Türk boylarına açıldı. Asya’dan birbirini tâkip eden göç dalgaları ile Anadolu’ya gelen atlı Türk göçer evlileri sürüleriyle yerleştiler. Asya’nın uygar şehirlerindeki esnaf ve sanatkârlar 12. yüzyıl başlarında ortaya çıkan Moğol akınlarından sonra Anadolu’ya göç ettiler ve Anadolu’nun Türk nüfus yoğunluğunu artırdılar. Anadolu’ya gelen Türk boyları önce ovaları, vadileri, yaylaları tuttular; daha sonra şehirleri, kaleleri aldılar. Huzurlu yaşayabilmek için siyasî otoritenin yanında manevî, iktisadî, hukukî bağları da geliştirerek yerli halkla iyi ilişkiler kurdular. Harabe ve ıssız halde olan Anadolu’ya canlılık kazandırdılar. Anadolu’dan batıya kaçmayan yerli halk arasında Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Gürcüler… vardı ve bunlar yerleşik hayatın esnaf ve sanatkârlarıydılar. Bu farklı etnik gruplar aynı zamanda farklı inanışlara sahiptiler. Rumlar Ortodoks, Ermeniler Gregoryan, Süryaniler Yakubî… din ve mezheplerinde idiler. Bunlarla bir arada yaşayabilmek, Arap ve İran kültürlerinin karşısında direnebilmek, Türk kimliğini kaybetmemek için gerekli tedbirleri almak lâzımdı.

Anadolu’ya göç eden Anadolu Türk halkının özellikle 13. yüzyılda malî, siyasî zorluklar yanında kültürel baskılar altında olduğunu hatırlatmalıyım. Büyük çoğunluğunu Oğuz-Türkmenlerin oluşturduğu Anadolu Türk halkı, Arap ve Fars dil ve edebiyatının baskısı altında idi. Medreseler Arapça eğitim yaptırıyor, saraylarda Farsça konuşuluyordu. Yerli halkın konuştuğu Rumca ve Ermenice’yi de Türkler, hudut boylarında ikinci dil olarak konuşuyorlardı. Mevlana’nın Rumca şiirler yazdığı Âşık Paşa’nın Ermenice bildiği rivâyet edilir. Bütün bu olumsuz şartlara rağmen Anadolu Türkü Oğuz lehçesinin hâkim olduğu edebî bir dile hâkim olmuş, Karamanoğlu Mehmet Bey’in emriyle Türkçe resmî yazışmalarda da varlığını korumuştur. Türk dilinin korunmasında Ahmet Yesevî’nin, Hoca Ahmet Fakih’in, Yunus Emre’nin ve başkalarının hizmetleri olmuştur. Tekke ve zaviyelerde Türkçe ilahiler okunmuş, halk ozanları Türkçe türküler söylemişlerdir. Orta Asya Alpleri Müslüman olduktan sonra Alp Gazi, Alp Eren, mücâhit dervişler… isimleriyle Türklerin kahramanlık duygularını ayakta tutmakla kalmamışlar, kimseye el açmayan, elinin emeği, alnının teriyle geçinen, toprağa, millete, devlete, dine, ahlâka bağlı, disiplinli… hayatları ile Anadolu insanına yaşama ve mücâdele gücü vermişlerdir. Böylece Anadolu Türk halkı dilini, dinini, birliğini, kültürünü korumuş; farklı etnik gruplarla, farklı din mensuplarıyla insanî ve dostane ilişkiler içinde olmuşlardır.

Bu anlayışı kazanmalarında Anadolu’daki tasavvuf hareketlerinin ve tarikatların rolleri olmuştur. İktisadî bakımdan ezilmemek için Ahî Evren’in kurduğu, kadın ve erkekleri sanat sahibi, üretici, yapmaya yönlendiren Ahî Teşkilatı; ticarette doğruluğu, sanatta kaliteyi geliştirmeyi sağlamış ve Müslüman olmayan yerli halk nazarında itibarlı kılmıştır. Harâebe hâlinde alınan şehir ve kasabalar onarılmış birçok hanlar, hamamlar, dar’üş-şifalar (=hastaneler), kümbetler, camiler, medreseler, tekkeler… yapılarak Anadolu’nun Türk vatanı oluşu tescil edilmiştir.

Üzerinde yaşadığımız toprakların vatanlaştırılması için fethedilen yerlerin sevilmesi o topraklarda millî kültürü yansıtan eserlerin, millî kültüre (=diline, dinine, sanatına, millî ahlâkına…) bağlı yeni nesillerin miras olarak bırakılmasına bağlıdır.

BİR AVUÇTULAR

Nereden geldiler,

Nasıl geldiler,

Birbirlerini nasıl tanıdılar,

Bir yüce ülkünün etrafında

Hemen toplandılar...

Hiç gülmediler, hiç ağlamadılar,

En azından, ağladıklarını kimse görmedi.

Geceleri uykusuz, gündüzleri azıksız kaldılar,

Takatsiz kalmadılar.

Vatana sevdalı, Al bayrağa sevdalıydılar,

Her meşakkatle yoğrulup yine de dimdik ayakta kaldılar.

Bu gün kalmasa da hatırlayan,

Bir avuç isimsiz kahramandılar.

Onlar bir avuçtular,

Birer birer uçtular.

MUSTAFA LÜTFİ DEMİRHAN

1 TEMMUZ KABOTAJ (DENİZCİLİK) BAYRAMI

OĞUZ ÇETİNOĞLU

[email protected]

Kabotaj; bir devletin, kendi limanları arasında yük ve yolcu taşımacılığı ile ilgili haklarıdır. 1536 yılında imzalanan ve Kapitülâsyon denilen anlaşma ile Osmanlı Devleti, yabancı gemilerin Türk limanları arasında taşımacılık yapabileceklerini kabul etmişti. Türkiye Cumhuriyeti; 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Barış Sözleşmesi’nin 28. maddesine dayanarak, 1 Temmuz 1926 tarihinde, 815 sayılı Kabotaj Kanunu’nu yürürlüğe koydu. Kanuna göre bu tarihten itibaren kendi limanlarımız arasında taşımacılık, yalnızca Türk gemileri ile yapılacaktı. Kanunun yürürlüğe girdiği tarih, ülkemizde KABOTAJ (DENİZCİLİK) BAYRAMI olarak kutlanmaktadır.

Denizin ülke ekonomisine sağladığı faydalar, yalnızca yılın belli günlerinde konuşuluyor. Bu sebeple denize ve denizin sağlayabileceği ekonomi değerlerine, stratejik önemine yeterli ölçüde eğilemiyoruz. Denilebilir ki: Denize dargınız.

Tarihimiz araştırıldığında, karşımıza şu gerçek çıkar: Osmanlı Devleti’nin zayıflamaya başladığı tarihler; denizlerimiz üzerindeki egemenlik haklarımızın kayba uğradığı dönemlere denk geliyor. Örtüşmeler, tesâdüf olarak değerlendirilmemeli. 7 Ekim 1571 İnebahtı mağlubiyeti, 1770 Çeşme Faciası, 20 Ekim 1827 Navarin Olayı ve sonraki denizcilik kayıpları, Osmanlı Devleti’nin çöküşünde önemli kilometre taşlarıdır. Belirtilen tarihlerden önce Osmanlı Devleti güçlüydü, cihan devletiydi. Çünkü denizi iyi kullanabilen bir devletti. Bilenler bilirler: Türk soyundan gelen Avarlar, ilki: 617 ve diğeri: 626 yılında olmak üzere İstanbul’u iki defa kuşattılar. Deniz gücüne sahip olmadıkları için ikisinde de başarılı olamadılar. Fâtih Sultan Mehmed Han Hazretleri, üstün zekâsı ile kalyonları karadan Haliç’e indirerek denizi kullanmasaydı, (belki de) Peygamberimiz (sav) Efendimiz’in müjdelediği komutan olma şerefinden mahrum kalabilirdi.

* * *

Kabotaj Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden sonra denizle ilişkilerimiz geliştirilemedi. Devlet olarak da şahıslar olarak da…

Yapılan istatistiklerin ortaya koyduğu acı gerçekler şöyle:

* İnsanlarımızın ancak % 10’u yüzme biliyor.

* Dünyadaki 300 milyar dolarlık deniz taşımcılığı pastasından Türkiye’nin aldığı pay, yalnızca % 1’dir: 3 milyar dolar. Van Gölü de hesaba katılırsa, dört yanımız denizle çevrili olduğu halde durumumuz böyle. Oysa komşumuz Yunanistan, pastadan 100 milyar dolarlık pay alıyor.

* İskenderun’dan gönderdiğimiz yükleri bile kendi gemilerimizle taşıtmıyoruz. Mersin’den de…

* Türkiye limanlarında her yıl yaklaşık 200 milyon ton yük işlem görüyor. Bunun ancak % 30’unu Türk gemileri taşıyor. Yükün geri kalan % 70’i yabancı bayraklı gemiler tarafından taşınıyor. Bu arada, yeri gelmişken şu hususu da belirtmekte fayda var: Türk gemilerinin birçoğu, mevzuatımızdaki aksaklıklar sebebiyle, sahipleri Türk olmasına rağmen, yabancı bayrak taşıyor. Bu çarpıklık, büyük ölçüde vergi kaybına yol açıyor.

* Her yıl Yunanistan’a deniz taşımacılığı için ödediğimiz para: 1 milyar 200 milyon dolar.

DENİZCİLİĞİMİZ

Deniz taşımacılığının 2010 yılında ekonomimize katkısı 7 milyar dolar civarında idi. 2011 yılında bu rakamı 10 milyar dolara çıkaramadık. Çıkarabilseydik, Yunanistan’ın gerisindeki yerimiz yine değişmeyecekti. Liman kapasitesi, deniz turizmi ve deniz ürünleri geliri konularında da Yunanistan’dan çok gerilerdeyiz.

Sahillerimizin uzunluğu: 8.333 mil. Sahillerimizde tabiî limanlarımız var. Ayrıca, milyarlarca dolar tutarında kaynak kullanarak yeni limanlar yapmışız. Günün ihtiyaçlarına cevap vermiyor. Çünkü dünya ülkeleri, deniz taşımacılığını büyük konteyner gemileriyle yapıyor. Limanlarımızın çoğu, gerek derinlik, gerekse teknik donanım ve saha genişliği olarak konteyner taşımcılığının ihtiyaçlarına uygun değil. Yıllar önce başlatılan yenileme çalışmaları, çok ağır gitti. Son yıllarda, yatırımlar tamamen durdu. Şâyet günün birinde bitirilebilirse belki de hiç işe yaramayacak. Çünkü teknolojiler devamlı olarak değişiyor ve yenileniyor. Limanlara girişteki suyolunun 14 metre derinliğinde ve 250 metre genişliğinde olması gerekir. Bu ölçüler gün geçtikçe büyüyor. Bizdeki ölçüler 9 ve 100 metre. Deniz taşımacılığında son yıllarda 20 metre draftlı konteyner gemileri inşa edilmeye başlandı. Limanlarımızı, bu gemilerin yanaşmasına uygun hâle getirmeliyiz. Aksi takdirde, pastadan hissemize düşecek pay sıfıra iner.

Özel sektör tarafından inşa edilen limanlar, devlet limanlarına göre daha verimli. Bu sebeple limanların özelleştirilmesine hız verilmesi faydalı olur. Olur da, ülkemizde özelleştirme karşıtı güçler halâ diri. Çünkü özelleştirme işlemlerini şâibe gölgesinden – lekesinden kurtaramıyoruz. Dünyadaki gelişmiş limanlar, özel ve/veya özerk yönetimlerce çalıştırılıyor.

MEVZUAT HAZRETLERİ

Denizlerimiz ve sâhil şeridimizle ilgili 18 ayrı kurum ve kuruluş var: 1- Denizcilik Müsteşarlığı, 2- Maliye, 3- Turizm, 4- Kültür, 5- Orman, 6- Çevre, 7- Sağlık, 8- Bayındırlık ve İskân, 9- Sanayi ve Ticaret, 10- Enerji ve Tabii Kaynaklar, 11- Tarım ve Köyişleri Bakanlığı 12- Devlet Plânlama Teşkilâtı, 13- İl Özel İdareleri, 14- Genelkurmay Başkanlığı, 15- Türkiye Denizcilik İşletmeleri, 16- Valilikler, 17- Belediyeler ve 18- Sâhil Koruma Müdürlüğü.

Bir konunun bu kadar çok sâhibi varsa, o konu sâhipsiz demektir. Kurumlar arası koordinasyon eksikliği sebebiyle işler aksıyor. Kıyılarımızın potansiyel ekonomik değerleri kullanılamıyor. Bir kısım ekonomik değerler de kontrolsüz kullanıldığından haksız kazançlara ve tabiatın bozulmasına yol açıyor. Kıyılarımız için yürürlükte bulunan kanun ve yönetmelikler çok dağınık. Günün ihtiyaçlarına cevap veremiyor. Denizcilikle ilgili mevzuatımız çok eski: Limanlarımız 1926 yılında yürürlüğe giren kanunla idâre ediliyor. Gümrük Kanunu’muzun denizcilikle ilgili bazı hükümleri, Cumhuriyet öncesine ait. Bu karmaşa yetmezmiş gibi, Gümrük Birliği’ne girişimizle birlikte her şey iyice karıştı.

SURİYE TÜRKMENLERİ

Suriye hoyrat eller tarafından kan gölü hâline getirilmeden önce ülkede 1.500.000 ile 4.000.000 arasında değişen sayıda Suriyeli Türkmen nüfusunun varlığından bahsediliyordu. Büyük bir bölümü Lazkiye'ye bağlı Bayır Bucak Bölgesi’nde olmak üzere ülkenin değişik şehirlerinde yaşıyordu.

Suriye Türkmenlerinin 1.500.000’i Türkçe konuşabiliyor. Türkçe bilmeyenler, Türk olduklarının farkındalar fakat millî kültürümüzü yaşama imkânını kaybetmişler. Örf ve âdetler itibâriyle, yaşadıkları insanlarla, iş çevresiyle ve yaşadığı bölge insanıyla kaynaşmış durumdadır. Sorduğunuz zaman “ben Türkmen’im” diyebiliyorlar. Asıl olarak Türkler Halep, Şam, Humus, Lazkiye, Hama, İdlip, Rakka, Kamışlı'da yaşıyorlardı. Çoğunlukla da köy kesiminde bulunuyorlardı. Günümüzde Suriye Türkmenleri; Türkiye dâhil komşu ülkelere ve Suriye’nin her tarafına dağılmış durumdalar. Nerede yaşama hakkı bulabilirlerse oraya göç ediyorlar.

Şam'da iki çeşit Türkmen vardır. Birincisi: Golan Türkmenleri'dir. İkincisi de çeşitli sebeplerle Türkiye’den kendi istekleriyle ayrılıp Suriye’ye göç edenler.

Suriye Türkmenlerinin eğitim seviyesi düşüktür. İşçi ve çiftçi olarak geçimlerini temin ediyorlardı. Şimdi o imkânı da bulamıyorlar.

Suriye’nin resmî adı ‘Suriye Arap Cumhuriyeti’ idi. Türkmenler de resmî statü itibâriyle Suriye Arap Cumhuriyeti vatandaşı sıfatıyla ülkenin demografik yapısında aslî unsur olarak kabul ediliyorlardı. Zâten Suriye’de azınlık olarak yalnızca Ermeniler bulunmaktadır.

Suriye kanunları gereğince Türkmenlerinin teşkilatlanma hakları yoktu. Okullarda Türkçe öğretilmiyordu. Özel sektörün gazete ve dergi yayınlamasına, radyo ve televizyon yayını yapmasına izin verilmiyor. Konu ile ilgili en büyük imkânları, Türk televizyonlarını seyredebilmeleri idi. Bu imkân da onlara ne verebilirse…Bu sebeple kültürel varlıklarını ancak kendi imkânlarıyla koruyabilmekte idiler. Artık o imkân da kalmamış durumdadır. Türkiye-Suriye ilişkilerinin kesilmiş olması, esâsen zor durumda olan Suriye Türkmenlerinin şartlarını daha da ağırlaştırdı.

Türkmenlerin Türkiye’den büyük beklentileri vardı. Hiçbiri karşılanmadı. Bu sebeple Türk kimliği onlar için çok da fazla bir mânâ taşımıyor.

Suriye Türkmenleri Sünni Müslüman olup, Hanefi mezhebine mensupturlar. Az miktarda Şi’î vardır. Onlar da İran Şi’î’liğinden uzaktırlar. ‘Nusayrî’ olarak adlandırılan Arap Aleviliği ile de bağlantıları yoktur.

Türkiye, Suriyeli Türkmenlerin Türkiye’deki üniversitelerde okuması için geniş imkân sağlıyor. Suriye Türkmenlerinden Orman Yüksek Mühendisi Mehmet Şandır, MHP Genel Başkan Yardımcısı ve Mersin Milletvekili olarak görev yapmıştır.