Ramazan Bayramı öncesinde, Türkiye’deki umûmî havaya ayak uydurarak, biz de aile boyu İstanbul’dan bir yerlere gitmeye karar verdik. Sahil kent’lerinden birisine gidemezdik. Buralarda işimiz olmaz bizi açmazdı. Elbette doğup-büyüdüğümüz, az da olsa, çocukluk yıllarımızın bir bölümünün geçtiği topraklara gitmeliydik. Toprağın üstünde ve altında olan yakınlarımızı ziyâret, Allah’ın emrini yerine getirmek, Sıla-i Rahim’de bulunmak üzere, Memleketimiz, Konya-Beyşehir’e geldik.

Beyşehir, Konya İl Merkezine 90 km.’lik bir mesâfede, Konya, Isparta ve Antalya üçgeninde, Anamas Dağlarının eteklerinde, Van Gölünden sonra, Türkiye’nin en büyük Tatlısu Gölü olan Beyşehir Gölü’nün kenarında kurulmuş, Tarihî bir şehirdir. “Konya’nın denizi, Antalya’nın yaylası olarak” tescillenen Beyşehir, aslında, Anadolu Selçuklu Devleti’nin Yazlık Başkenti, Anadolu Beylikler Döneminin en güçlü Beyliği, Eşrefoğlu Beyliği’nin Başkentidir.

Anadolu Selçuklu Devleti’nin en kudretli Sultan’larından, Sultan Alâeddîn-i Kekûbât’ın, “Cennet ya burasıdır, ya da buranın altındadır,” dediği Beyşehir...

Alâeddîn-i Keykûbât tarafından Anamas Dağı eteklerinde, Beyşehir Gölü’nün kenarında, Alâeddîn-i Keykûbât tarafından yaptırılan, dünya’nın, ilk, zeminden ve duvardan ısıtmalı, Saray Külliyesinde bir Tersâne’nin de bulunduğu Saray Kompleksi, “Kubad Abâd Sarayı,” Osmanlı’nın Edirne Sarayı’na ve Fetih’den sonra İstanbul-Beyazıd civarında inşa ettirilen ilk saraya, Topkapı Sarayı inşâ edildikten sonra, “Eski Saray,” diye anılan Saray’a da ilham vermiştir.

Bayram’dan sonra, 09.07.2016 Cumartesi günü, acı bir haber aldık. Beyşehir, Eşreoğlu Cami’i ve Hamidiye Cami’i’nin emekli İmamı, Merhûm Abdurrahman Özaltın Hazret’lerinin kızı, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazret’lerinin ilk talebe’sinden, Bakırköyü, Zeytinburnu eski Müftüsü, Emekli Müftü, benim de Hocam, Muhterem, Mustafa Özaltın Hoca’mızın Kız Kardeşi, Emine Hanım, İstanbul’da, 08.07.2016 tarihinde vefat etmişti. Na’aşı, Beyşehir’e nakledildi. Na’aşla birlikte, Muhterem Hoca’mız, oğulları, kızları, damad’ları ve torunları da Beyşehir’e geldiler. 09.07.2016 Cumartesi günü öğle namazını müteâkiben, kalabalık bir cemaatin iştirakiyle cenaze namazı Beyşehir-Hamidiye Cami’in’de kılındıktan sonra, Hamidiye Cami’i’nin yakınlarında bulunan, Çeçenler Mah. Mezarlığında, babasının ve annesinin yakınlarında, hatimler, yâsinler ve du’a’lar refakatinde defnedildi. Bu vesiyle, en başta, Aziz Hocam, Mustafa Özaltın Hocama ve ailenin diğer bütün ferdlerine ta’ziyetlerimi sunar, Merhûme’ye Allah’ın vâsî rahmetini, Hocama ve bütün aile ferdlerine de Sabr-u Cemîl, Ecr-i Cezîl niyaz ederim.

Defin, du’â ve Telkînden sonra, bu mezarlıkta bulunan ba’zı şâhidelere, (kabrin baş ve ayak uçlarına dikilen, burada medfûn bulunan zâtın, isminin, doğum ve ölüm tarihlerinin yazılı olduğu taşlar.) bir atf-ı Nazar ettiğimde, buraya en eski defnin, 40-50 sene kadar önce yapıldı anlaşılmaktadır.

Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden ilk Türk Kavimlerinden, Avşar’ların bu toprakları vatan olarak seçmeleri, Anadolu Selçuklu Devleti’nin bu topraklar üzerindeki hâkimiyetleri, Anadolu Beylikler Döneminde, Eşrefoğlu Beyliği’nin hâkimiyeti dikkate alınırsa, nereden bakarsanız bakınız, bu şehr’in, Müslümanların Zapt-u Raptı altında bin yıllık bir tarihi vardır.

Beyşehir’e Konya istikametinden gelip Şehr’in içerisinden geçip, Isparta veya Antalya istikâmetine gidenler, ya da, Antalya-Isparta istikametinden gelip, şehr’in içerisinden geçip, Konya istikâmetine devam edenler, şehir içinde ne bir kabristanlık ve ne de herhangi bir türbe’ye rastlarlar. Ancak, şehr’in doğusunda, yaygın deyişle, Seydişehir yolu üzerinde, 1950’li yıllardan i’tibâren definlerin yapıldığı, ne demekse, Anadolu’nun pek çok şehrinde, “Asrî Mezarlık,” dedikleri bir mezarlık vardır. Bu mezarlıkta, her biri birer san’at eseri olan, Hat San’atının en güzel örneklerinden tek bir şâhide’ye mezar taşına rastlamazsınız.

Bu şehir’de, İçeri Şehir diye bir Mahalle bulunmasa, neredeyse, tarihi bin yıla yaklaşan, Eşrefoğlu Cami’i bulunmasa, etrafında Külliye’ye aid, hamam, bedesten, İsmail Aga veya Aka, Medresesi bulunmasa ve diğer Tarihî harâbeler olmasa, bu şehr’in 50-60 sene önce iskâna açılmış, nevzuhur bir kasaba olduğunu zannedersiniz.

Cami’ler, Medreseler, Kabristanlıklar, Hazîre’ler, türbeler, zâviyeler, tekkeler o şehr’in hafızasıdırlar. Kabristanlıklar, yalancı-sahte şehir’lerin ortasındaki sahici beldelerdir. Pekiyi! Ne olmuştu da, şehr’in dokuzyüzelli yıllık hafızası silinmiş, yalancı ve sahte şehr’in ortasındaki Sahici Belde yok edilmişti? Tarihî İçeri Şehir’den sonra, zaman içinde şehr’in, günümüzde, Cumâ Camii olarak bilinen Hacı Armağan Vakfı Cami’i ile, Çarşı Cami’i olarak bilinen ve birbirine çok yakın bu iki cami arasında geliştiği anlaşılmaktadır. Her iki cami’in etrafındaki hazireler ve bu hazire’lerin devamı olarak, günümüzde Antalya Caddesi olarak bilinen caddenin her iki tarafında, Orman İdaresinden, P.T.T. Binası olarak bilinen, Türk Telekom Binası arasında kalan, Hacı Akif Konağı’nın aşağılarına kadar uzanan ve hâlen üzerinde Kaymakamlık Resmî Konutu, Hastahane binaları, mektepler, Pancar İdaresi ve şahıslara aid pek çok binanın bulunduğu saha, kadîm Beyşehir’in Kabristanlığı idi.

Artık, o günleri yaşayanlar ve o günleri gözleriyle görenler aramızda yok. Ancak, tevâtür derecesinde Beyşehir’de söylenenler şu şekildedir. 1954 yılında, mahallî seçimlerde, Yeşildağlı, Gömenoğullarından birisi, Beyşehir’e Belediye Reisi seçildi. O yıllar’da, Budakköylü, Ömer Efendi diye bilinen zat da, Beyşehir Müftüsü idi.

Belediye reisi, gerek Cuma Cami’i ile Çarşı Cami’i’nin etrafındaki hazireleri ve gerekse bunların uzantısı, Kabristanlığı kaldırıp buraları yapılanmaya-imar’a açmak ister. Devrin Müftüsü, Budakköylü Ömer Efendi’den fetvâ talep eder. Yine Tevâtür derecesindeki söylentilere göre, müftü efendi, “Toprağın altı ölülere aid, üstü ise bizlere aiddir,” diye fetva verir. Ondan sonra, hazireler, mezarlıklar tahrip edilir, şâhideler devrilir, dümdüz hale getirilir. Başkalarına cesâret vermek üzere öncelikle, mezarlık sahasında Kaymakamlık Resmî Konutu yapılır, diğer yerler, Belediye reisinin yakınlarına ve Tek Parti Müttegalibe döneminin mütegallibe şehir eşrafına tahsis edilir. Özel mülkiyete konu evler inşa edilir. Bu evler inşa edilirken temeline ve duvarlarına mezar taşları kullanılır.

Yine Tevâtür derecesindeki söylentilere göre, hazire’ler ve mezarlık üzerine inşa ettirilen bu evlerde oturanlar, sebepsiz yere kapıların açılıp-kapandığını, elektriklerin sık sık, yanıp-söndüğünü, gece yarısı korkutucu-ürkütücü acayip sesler işittiklerini söyleyerek bu evlerden kısa zaman sonra ayrıldıkları, hattâ şehri bile terk ettikleri olmuştur. Diğer taraftan, bir zamanlar, Hayvan Pazarı, daha sonraki yıllar’da, Şehir Otogarı yapılmadan önce, Otogar olarak kullanılan saha, Eşreoğlu Cami’i’nin önünde Göle kadar olan bu saha’nın tamamı veya bir bölümü muhtemelen, Eşrefoğlu Cami’i’nin Haziresiydi. Anadolu’nun, Divriği Ulu Cami’i ile birlikte en eski ve en değerli, Ulu Cami’î’lerinden birisi olan, Eşrefoğlu Cami’i’nin yanında, önünde ve arkasında bir Hazire’nin bulunmaması düşünülemez. Arkasında, Bedesten ve hamam, sağ yanında İsmail Aga veya İsmail AKA, Medrese’sinin bulunması, Hazire’nin Cami’i’n önünde olmasını düşündürüyor.

Zannedilmesin ki, yağmalanan vakıf eserleri, tahrip edilen, imara açılan, işgal edilen Mezarlıklar-Hazire’ler, yalnız İstanbul’dadır. Görüldüğü gibi, Konya’nın sadece bir ilçesi’nde, Beyşehir’de, tahrip edilen, yok edilen ve imara açılan Mezarlıklar-Hazîre’ler ortada...

Bu şehir’de yağmalanan onbinlerce dönüm Eşrefoğlu Vakfına aid arazî, muhtelif Turuk-u Âliye’ye aid, tekke ve zâviyeler, ayrıca işaret edilmesi gereken hususlardır.

Şehir genelinde, yakın bir zamana kadar ba’zıları mevcud iken, artık, tamamen yok edilmiş, yerleri işgal edilmiş, 19 mescid olduğu biliniyor...