İstanbul’da minnak bir köy ve adını köye veren feneri…

Anadolu Feneri- Anadolu Lıghthouse

Haftasonu olmuş. İstanbul’un dertleri, ülke haberleri, dünya

debelenmesi derken yine boğulmuşluğum sarmış bedenimi…

Gidebildiğim kadar uzandım uzak ilçelerine şehrimin. (Kaçtım

desek daha doğru.)

Burnunun dibine mercek tutmayıp uzakları keşfetmeye çıkan insan misali daha Anadolu Feneri’ni hiç görmemişim. (Burada bir ömür tüketip gitmeye vakit bulamamak, acı bir durum tabii)

Anadolu Hisarı, Anadolu Kavağı’na onlarca kez gitmişken nedense Fener hep uzak kalmıştır. Bir yeri sindire sindire görmenin tek yolu, kendi kullanmadığınız araba ya da toplu taşımadır. Hele kalabalık olmayan bir otobüs, yüksekten toprağa daha doğru bakış imkanı verir. Ben de bindim İETT ye. Önce Beykoz’un merkezinden çıkınca oldukça kesif bir yerleşim varken, bir yerden sonra tek tük gördüğünüz evleri de iyice seyreltip ormanın içinden geçip sonbahar hüznüyle “Son Durak” dedikleri yerde indim. Pek anlamadan inen üç beş kişiyi takip edip indim. Onlar dağıldı. Civa gibi açıkta kaldım. Allah’tan fener, bu kez denizdekilere değil, karada bana yön gösterdi. 300 hanelik ev ve evlerden çıkan cılız dumanlar. Karşımda duran tek ticari mekan marketimsi bakkal. Banka yok, eczane yok, sağlık ocağı yok. 

Tam ruhumun bu günkü ilacı; Tavuklar, kediler, köpeklerle geziyorum. Birlikte dolaşıyor birlikte tost yiyoruz. 

Saygı& Sevgi ve doğayı da içime aldım. Umuda çıktığı yolda yüzlerce insana mezar olan Struma Gemisi* nde ölenleri de atlamadım dua ettim. 

Anadolu Feneri, 1856 yılında Fransızlar tarafından inşa ettirilmiş. Deniz seviyesinden yüksekliği 75 m. sadece kulenin yüksekliği ise 20 m. fenerin içinde ki basamak sayısı 80…

Fenerin görüş mesafesi denizden 20 deniz miliymiş. Önceleri fitilli gaz yağı lambasıyla çalışırken sonra gazlı system, şimdi ise 1000 W elektrik ampulu kullanılıyormuş. Işık kaynağını kuvvetlendirmek üzere de odak uzaklığı 500 mm. olan ve bilye üzerinde dönen  4 adet katadiyoptrik panel kullanılmakta imiş.

Panellerin döndürülmesi önceleri kurmalı devir makinesiyleyken, 2005 yılından beri de elektrik desteği alınmış. (Bu bilgiler de fenerin giriş duvarından alıntı)

Manzarayı mı…sormayın neredeyse 240 derecelik açıyla –kadın mimar ya- tepeden İstanbul’un Karadeniz’le kucaklaşmasına şahit olmak, yakamozların büyülü dünyasına uzanmak, dünyevi ihtirasları arkada bırakmak müthiş bir deneyim. Bu bağlamda manastırların neden kartal yuvaları gibi yükseklerde oluşunu da bir kez daha test ediyorum. Gözümü tek tırmalayan maalesef 3. Köprü. Beton çelik görmek istemiyorum yaaa… Napayım istemiyorum. (İnsanlar bu derece ürerken 100 köprü olsa İstanbul’a nanay )

Rüzgarı bol feneri arkamda bırakıp, bir şirin cafede çayımı içip, benim değil rüzgarın onlara sunduğu tostumuzu kedi köpekler cumbur cemaat yedik. Paylaşmak… Bu hayatta en sevdiğim meziyetimin başını çekiyor…

Cafenin sahipleri Leyla & Ali Soysal çiftinin misafirperverliği ve canayakın sohbetleri de güzel deneyimimin gözardı edilemeyecek başka bir parçası oldu.

Onlarla sohbetimizi bir türlü bitiremezken ki Ali Bey Anadolu Feneri hakkında kitaplar yazmış, aniden sokakcığımızdan- çok dar- hızla bir hayvan geçti. Deminden beri sakin oturan, şimdi havlamasıyla beni şaşırtan, elimle beslediğim köpişde arkasından. Neye uğradığımızı anlamadık. Çıkış bulamayan hayvan geri aynı hızla döndü ve herkes anladı ki burnunun ucunu gerçekten de görmeden giden yabani bir domuz yavrusuydu bu. Biz de çil yavrusu

Yok dedim gülerek. Doğallık dedim ama bu kadarı fazla. Onlarda böyle bir olayı ilk kez gördükleri sözlerine karşılık, yok dedim domuzlar beni sever, geçen sene de Beykoz’da oturduğum çay bahçesine denizden çıkıp gelmişti. Latifeye vurmak bazı korkularımı bastırmam da çok işe yarıyor. Aslında bu hayvanın köye gelmesi de habitatlarını dürten inşaatların eseri olduğunu bal gibi biliyordum. 

Günün sihirini kaçırdığımın tatsızlığıyla dağ tarafından denize doğru indiğimde asıl günümün en adrenalin dolu hüznünü de yaşamış oldum. Ben mi çekiyorum yoksa tanrı gözüme gözüme mi sokuyor bilmem…

Moda deyimiyle Anı yakalayıp denizi, kıyıdan evleri, sizin için  sağı solu fotoğraflarken, gözüme vizörden takılınca çıplak gözle bakıp sonra canımı acıtan bu fotoğrafı çekmişim. Önümüzden geçen yavru muydu yoksa annesi miydi bilmem tabii, ama vurulmuş bir halde çekicinin üzerinde kanlar içinde yatması ile  gözyaşlarıma engel olamadım. Avcılar, tüfekleri ve de köpekleri… bodoslama  yürüyüp söylenmelerime gülerek cevap verdiler. Tesadüfe bakın ki o gün av yasağı da bitmişmiş.

Miş Miş… 

Buyrun acı ve mutluluk onlar da ben de aynı familyadan. Yıllar önce trafikte, hatası %100 olan dev bir kamyon şöförüne, ahşap lövyeyle arabamdan inip üzerine yürüdüğüm de aldığım tepki gibi güldü herifler ya…

Akşam fotoğrafı sosyal medyada paylaşınca da topluma yanlış mesaj diye uyarı aldım. Topluma kim ben mi, neden niçin yanlış mesaj ya! 

Trajikomik dünya, SQUERE filmin de de durumlarımız çok güzel anlatılmadı mı. Mağdur, cüzdanını çalan hırsıza, hırsızsın diyor, o ise bana hırsız dedin onurumu kırdın özür dile… 

Kös kös eve döndüm. Daha uzaklara gitmem lazım demek ki. Daha uzakları var mı insanoğlunun uzanmadığı?

Hakkari’lerde Artvin’de Kaçkarlar’da günlerce çadırda kaldık. Domuzu ayıyı ya da vahşi bir hayvanı dibimizde görmedik. Sadece tilkiler gece biz tuvalet yaparken termal gözleriyle bizi seyrederler. Doğa çok saygılıdır onları dürten insanoğludur. 

Ben bunu bilir söylerim hep.

Anadolu Feneri’ne gidin çok görülesi bir köy. Doğa bitkileri hayvanlarıyla bizi çağırıyor. 

Korkmayın. Annemin lafı, ölüden değil diriden, hayvandan değil insandan kork!

Alkol satan yer de olmaması ilginç hele bu zamanda- İshak Paşa Sarayı’na bakıp kadeh kaldıran kafayken 

Köyden birine sordum;

Ya hastalık veya ani ambulans hali olursa?

İstanbul’da ambulans saatlerce size ulaşamaz ama biz burada 20 dakikada kavuşuruz Beykoz dibimiz. Sebze meyve için de her gün araba geliyormuş. Onlar bizim kadar doktor yüzü görmemişlerdir.

Zaten şehir gelir dertler gelir.

    *Struma üzerine;

2. Dünya Savaşı döneminde Alman ordularının, Avrupa'nın birçok noktasında kontrolü ele geçirmeye başlaması ve bu bölgelerdeki Yahudileri toplama kamplarına göndermesi ile  birlikte 1941'de, Romanya'nın Yaş şehrinde yaklaşık 4bin Yahudinin Nazi’lerce katledilmesi sonrasında, ülkeden ayrılmak isteyen Romen Yahudileri, bir gemi ile Filistin'e gitmeye karar verdi 

1867 Newcastle yapımı eski bir gemi olan ve  hayvan taşımacılığında kullanılan Struma 12 Aralık 1941 de Köstence Limanı’ndan yola çıktı. Kapasitesinin 150-200 kişi arası olduğu ifade edilen bu gemiye 800'e yakın yolcu binmiş. 

Nitekim İstanbul’a gelene kadar iki kez arızalanan gemi Sarayburnu açıklarına çekildi. Struma, Köstence Limanı'ndan ayrılmasının ardından iki kere arızalandı. İkinci bir motor arızası ile Sarayburnu açıklarına demir atmış. Ama kimse karaya çıkamamış. Çünkü Almanya tarafından Türkiye'ye yolcuların karaya çıkarılmaması gerektiği yönünde bir uyarı yapılmış. Sebep  olarak da yolcuların salgın hastalık taşıdığı gösterilmiş.  Haftalarca (9) karantinada kalmışlar. 

Onlar Struma'da beklerken Türkiye'ye sadece Alman hükümeti tarafından baskı yapılmıyor tabii.  İngiltere de Struma'nın Filistin'e ilerlemesini istememiş. Alman müttefiki Romanya da gemiyi geri istememiş. Sonra 23 Şubat 1942 de Şile açıklarına çekilmiş.

Yıllar sonra belgeler bu geminin SC-213 Sovyet denizaltısının torpidosu ile vurulup batırıldığını söylüyor… Tarih tekerrürdür lafı yine tavan yapmış hach gibi.

       Mülteci- Dram- Zodiak- Struma -İnsanlık trajedisi seç beyen al.