Aman Yavaş Aheste.
Tiz-i reftar olanın pâyine dâmen dolaşır.

Hayatı yavaşlatmak lazım!
Karavan hayatına girdikçe, yeni dostlar edindikçe hayata bakışınız değişiyor. 2016 yılında eşimle 94 günlük bir Türkiye gezisi yapmıştık. Çoğu insana göre çok yavaş bir geziydi, Güney Ege-Akdeniz ve Güney Anadolu'ya 94 gün ayırmak çok fazla gelmişti. Biz de çoğu yeri gezmeden sadece sahilden ama iyi bir gezi yaptığımızı düşünüyorduk. Hele bütün Türkiye'yi gezdik, bir ay sürdü diyenleri duyunca, herhalde yavaşız ama biz buyuz diyorduk.
Sonra bu sene karavan yaptırdık, nereye gitsek geçen sene zaten çok yavaş gezdik daha ne kadar gezeceğiz diye düşünüp, sadece denize girebilme umuduyla Köyceğiz, oradan da Fethiye'ye geçerken tanıştığımız karavancı arkadaşlar hayata bakışımızı değiştirdi.
Oysa dünyada yeni bir akım başlayalı çok olmuştu, "yavaş yaşa iyi yaşa". Bununla ilgili onlarca makale geçmişti elimden ama bana göre olmadığını düşünüp ya okumamış, ya da şöyle göz ucuyla bakmakla yetinmiştim hep. Ne de olsa ben çalışıyordum, hep bir yerlere yetişmek zorundaydım. Asla boş durmam mümkün değildi. Yavaş yaşamaya zamanım yoktu. Beyin hızlı yaşamı o kadar görev haline getirmiş ki emekli olduktan sonra da boş kaldığımda ya bir elişi yapmalı, olmadı yemek veya ev işiyle uğraşmalı, hiç birini yapamıyorsam bilgisayar veya telefonda sosyal medya takip etmeli veya oyun oynanmalıydı. Hatta televizyon veya film seyrederken bile ellerim boş duramıyordu.
Uluslararası yavaş hareketi  “slow movement”, yavaş yemek “slow food” ile başlattığı hareketi tamamen şehri yavaşlatma “citta slow” akımına taşıdı. Bu hareket bütün Avrupa’da hızla yayılıyor. Türkiye’de de örnekleri yıllardır var ve gittikçe de çoğalıyorlar. İnsanlar artık, yaptıklarını, yaşadıklarını, yediklerini özümsemeyi hatırladılar.

Fethiye’de tanıştığımız Ali haydar Bey, önce eşiyle, eşinin vefatından sonra da tek başına yıllardır karavanla geziyormuş. Ama hala Türkiye’nin yarısını bile bitirememiş. Bize bulunduğum yerin halkıyla bütünleşmeden, yaşantılarını öğrenmeden oradan ayrılmamaya çalışıyorum dedi. Merkeze yakın bir yere karavanını bırakıp, mümkün olan her yeri yürüyerek gezerek insanlara karışmayı tercih ediyormuş. Sonra başka bir çift gördük onlar da 30 yıldır bu şekilde dolaşıyoruz dediler. Bu şekilde yaşayanların evleri yok sanmayın, hepsinin de var ama evde 15 gün durabiliyor sonra kendilerini bir yerlere atıyorlarmış.
Sonra biz İzmir’de yaşıyoruz ama birgün Fethiye’ye taşınabiliriz güzel burası deyince, “Ee yaşayın o zaman burada biraz, ne aceleniz var, işte zaten küçük evinizdesiniz.” cevabı aldık.

İşte en lüks, paramızın yetmeyeceği villaladan daha yakın bir konumdayız denize, karavanımızda evde olmasını istediğimiz şeyler minik de olsa var, elektrik güneşten, su şu karşıdaki çeşmeden, üstelik bir doldurunca, karavanın çeşmesinden hep akıyor. Önümüzdeki kocaman bahçe evde yok, burada da almaya para yetmez birkaç dönüm çünkü. Arkamızda bizim kullanımımız için özel spor salonumuz da var. Gerçekten de evimiz yanımızda, zaten Fethiye’de yaşıyoruz şu anda. Ev olması için illa altındaki toprak da sizin olmalı öğretisini aklımızdan silmeliyiz artık.

“Slow movement”a yavaş yavaş biz de adım atmaya başladık galiba. Sabah uyanır uyanmaz akşam gelen mesajlara bakmadan, gündüz güneşin altına sandalyemi çekip, hiç birşey yapmadan o tatlı sıcaklığın beni ısıtmasına izin vererek yaşamak. Ayrıca “slow food” akımına da uymaya çalışıyoruz, pazardan organik ürünler alıp, meyve ve sebze ağırlıklı yaşamaya çalışıyoruz.
Hayatı minimize ederek yaşamak.
Biz İzmir’de çarşı veya pazara gittiğimizde az alışveriş yapmayı bilmediğimizden çok çok alıp, yiyemediklerimizi çürütüp atanlardanız, ya da çok oldu deyip derin dondurucu dolduranlardan. Burada minik bir buzdolabımız var ve biz ilk defa az alışveriş yapmayı öğreniyoruz. Köyceğiz’de pazara gidip elmayı armutu kiloyla değil de ikişer tane almayı başardık. Ya da sebzeleri yarımşar kilo ! Hem dolapta yerimiz yok, hem de bir sonraki ilçenin pazarına da gitmek istiyoruz.
Yanımıza sedece hergün lazım olacak kıyafetleri alıp fazlasını evde bırakmayı da başardık. Çünkü herşeyi taşımak için yeterli dolabımız yok. Ayrıca yetiyormuş da bunu da fark ettik.
Evde kocaman mutfak dolapları yetmezken burada iki tencere, bir tava yetiyor. Üstelik de karavana misafir gelirse diye fazladan kaşık, çatal ve tabaklarımız da var.

Üç gündür Fethiye’deyiz. Sabah kalkıp denize karşı kahvaltı yapıyor, sonra çimlerin üstünde güneşlenip (hala çok boş durmaya alışamadığımızdan) kitap okuyor, sosyal medya karıştırıyoruz. Köpeğimizi gezdirmek için günde iki kere dışarı çıkma derdinden de kurtulduk çünkü o da bizimle birlikte hep dışarıda artık. Sabah akşam etrafı tanımak için yürüyüşler yapıyoruz, daha önce 3.000 adımı zor bulan günlük yürüyüşlerimiz şimdi 14.000 adımı geçiyor. Eskiden sadece çiçekçilerde gördüğümüz bitkileri doğal ortamında görüyoruz.
Daha yaşın genç çalışabilirsin diyenler ! Bu güne kadar kendimden ve yakınlarımdan zaman çalarak gece gündüz çalıştıklarıma sayın. Biz artık yavaş yaşamayı öğreniyoruz. Belki birgün sıkılırsak (hiç zannetmiyorum ama ) o zaman bir yavaş çalışma metodu bulabilirim.
Biz birkaç gün daha buralardayız, sonra sıkılırsak başka bir yer beğenip bir süre de orada yaşarız. Gelirseniz bekleriz 
Yıllar önce rahmetli sanatçı değerli sevgili Barış Manço’nun bir parçası aklımıza geldi.
Kendisi pek uygulamasa da en azından öğüt vermişti.
Aman Yavaş Aheste.
Tiz-i reftar olanın pâyine dâmen dolaşır.
Erişir menzili maksûda aheste giden. 
Tabiki bu sözler Onun değil. Ve biz de sizlerde azıcık merak uyandırmak için burada kimin sözleri olduğunu yazmayacağız. Bilenler veya araştırıp öğrenenler yorum olarak yazabilirse memnun oluruz. 
Bugünkü Türkçeye çevirisi ise; Acele edenin ayağına eteği dolaşır. Yavaş giden amacına ulaşır.  Yavaş ve kaygısız günler dileriz...