Çok isabetli, çok ciddî ve yerinde bir yazıyı iktibas ediyor, sütunuma zevkle alıyorum:

Merhum Sultan Abdülhamid’in 1876’da ilk defa, 1908’de ikinci defa ilân ettiği Hürriyet ve Kanunu-u Esasi (Anayasa) Osmanlı toplumunun farklı kesimlerinde lehte ve aleyhte dalgalanmalara yol açtı...

Bir grup, işi daha da ileriye götürerek; Anayasa’nın Şeriat’a (Dine) muhalif, dine aykırı olduğunu dillendiriyorlardı. Hattâ bunun küfür (kâfirlik) olduğunu söylüyorlardı.

Bediüzzaman ise bunların aksine, koyu bir hürriyet ve meşrutiyet (hükümdarlıkla yönetilen bir ülkede hükümdarın başkanlığı altında parlamento yönetimine dayanan hükümet etme biçimi) taraftarıydı. 

Gazetelerdeki makaleleriyle ve söylemleriyle, Meşrutiyetin (bugün Cumhuriyet ve Demokrasinin), Hürriyetin, Kanun-u Esasi’nin Şeriata (Dine) aykırı bir sistem olmadığını; bunun Din dışı bir şey olmadığını anlatıyordu.

Bediüzzaman, bu konuda kendisine sorulan bir suale şöyle cevap vererek; Sultan Hamid’in ilân ettiği ‘Kanun-u Esasi’yi (Anayasa’yı) savunuyor; ümmetin (milletin) önünü hem sosyal, hem de hukuki açıdan açıyordu:

 “Maatteessüf (maalesef, ne yazık ki), su-i tesadüfle (yanlış bir düşünce eseri olarak) hükümete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite (bu konuda çok ileri gidenlere ve çok geri kalanlara) rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı, Arap’tan sonra İslâmiyetin kıvamı (onu ayakta tutanı, koruyanı, gözeteni ve asırlarce savunanı) olan Etrak’ı (Türkleri) tadlil ediyorlardı (Türkleri dalâlette, yanlış ve bâtıl yolda olmakla itham ediyorlardı).. 

“Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti (saldırıda o derece ileri gitti) ki, ehl-i kanunu (Kanun-u Esasi’den yani Anayasa’dan yana olanları) tekfir ederdi (kâfirlikle suçlardı). Otuz sene evvel olan Kanun-u Esasi’yi ve Hürriyetin ilânını tekfire (kâfirlikle itham etmeye) delil gösterdi. ‘Her kim Allahın indirdiğiyle hükmetmezse’ (Maide: 44) ila ahir (ayetini) hüccet ederdi (delil olarak gösterirdi). 

“Biçare (zavallı) bilmezdi ki: Ve men lem yahkum (Her kim hükmetmezse) bilmânâ (asıl mânâ ve anlamı): Ve men lem yusaddık’tır (tasdik etmezse, kabul etmezse). Acaba sabık (geçmiş) istibdadı (baskı rejimini) hürriyet zanneden ve Kanun-u Esasiye (Anayasaya) itiraz eden (karşı çıkan) adamlara nasıl itiraz etmiyeceğim?” (Münazarat)

Gerçek bir Türk dostu ve muhibbi olan (Türkleri seven) Bediüzzaman, hem bir gerçeği tesbit ediyor, hem de Türkleri bu muterizlere (itiraz edip karşı çıkanlara) karşı ayet-i kerimenin ışığında savunuyordu.

Aynı tesbitler bu gün için de geçerli değil midir?

Bu ayette geçen ifadelere bakalım: Ayette geçen ‘ve men lem yahkum’ bi’l-mâna (mânâsı) ‘ve men lem yusaddık’tır. Yani; Allahın hükümleri ile amel etmeyen (onları tatbik etmeyen) değil de, Allahın hükümlerini tasdik etmeyen, Allahın hükümlerine inanmayan kâfir olur demektir. 

Zira; amel etmemek (işlememek) ayrıdır, inkâr etmek ayrıdır. Amel etmeyen (Allahın emirlerini yerine getirmeyen) günahkâr olur ama inkâr eden (inanmayan) kâfir olur. Hükümet amel etmiyor (Allahın emirlerini yerine getirmiyor) olabilir ama inkâr da etmiyor (inanmıyor değil). Çünkü zaten (o zamanki) anayasasının 11. maddesinde devletin dini ‘İslâm’dır demektedir.

Bu anayasayı kabul ve ilân ettiği için Türkleri ‘dalalette’ (yanlış ve bâtıl bir yolda) olmakla suçladılar. Ve Bediüzzaman; ‘Türkler, Araplardan sonra İslâmiyetin kıvamıdır (İslâmı ayağa kaldıran, ayakta tutan ve onu koruyandır).’ dedi. Hem Türkleri savundu hem de Anayasaya itiraz edenlere karşı Kanun-u Esasi’yi (Anayasayı) savundu.

Günümüzde, İslam dünyası hâlâ bu konuyu tartışmaktadır. Ama Bediüzzaman’ın bu içtimaî (sosyal) konulardaki görüş ve tahlilleri (ayetin inceliklerini göstermesi) ümmete (halka) duyurulmuş ve işlenmiş olsa; bu tartışmaların önü kesilir ve içtimai (toplumsal ve sosyal) sahada da ümmetin (milletin) önü açılmış olur...(Atilla Yılmaz, Yeniasya, 22 Ağustos 2017, s.10)