Bilinen, ders alınacak çok sayıda hayat hikayesi vardır. Zaman zaman okuyup, hatırlayıp kısadan hisse çıkarmak gerek.
Bugün iki kıssayı hatırlayalım, istedik. Buyurun;
Yüce Allah bir gün Musa Aleyhisselâm’a:
-Ya Musa sana acaibattan bir sır bildireyim mi, buyurdu. Hazreti Musa:
-Göster ya Rabbi, diye ilticada bulundu. Bunun üzerine Yüce Allah;
-Ya Musa, filan yerdeki çeşmenin yanına git, kimse görmeyecek şekilde bir yerde bekle, diye emretti.
Hz. Musa, tarif edilen çeşmeye gidip yakına gizlenerek beklemeye başladı.
Biraz sonra atlı bir adam geldi, atından indikten sonra altın kese bağlı kemerini çıkarıp çeşmenin başına koydu. Sonra su içti, atını suladı. İşi bitince atına binip gitti. Altın kesesinin bağlı olduğu kemeri unutmuştu. 
Çok geçmeden çeşmeye bir çocuk geldi, suyunu içti ve yolcunun unuttuğu altın kesesini görünce alıp götürdü.
Aradan bir zaman daha geçti ve çeşmeye bir âmâ geldi. Abdest alıp bir kenarda ibadete çekildi.
Biraz sonra altın kesesini çeşme başında unutan atlı adam geri döndü. Çeşmenin başında kesesini bulamayınca doğru âmânın yanına gidip bulduysa kesesini vermesini söyledi.
Âmâ itiraz etti;
-Benim iki gözüm de görmüyor, çeşmeyi zar-zor buluyorum, senin keseni nasıl göreyim?  Hem ben keseyi bulmuş olsam  burada durur muyum?. Üstelik yanımda kese de yok, diyerek adamı ikna etmeye çalıştı. Fakat nafile, adam:
-Benim altınlarımı sen aldın, vermiyorsun, diyerek âmâyı vurup öldürdü.
Hazreti Musa, olanlara bir anlam veremeyip Yüce Allah’a iltica etti. Allah-ü Teâlâ meseleyi şöyle izah buyurdu:
-Ey Musa! Kemeri alan çocuğun babası daha evvel o atlının hizmetinde çalıştı. Fakat atlı adam onun hakkını vermedi. Şimdi hakkını almış oldu.
Âmâ ise, daha evvel o atlının babasını öldürmüştü. Sonra gözleri kör olduğu için onu tanıyan çıkmadı ve unutuldu gitti. Ama ben unutmam ve âmânın ölümünü o adam vasıtasıyla yaparak kısası yerine getirdim.
Allah unutmaz, zamana bırakır. Ve vakti geldiğinde de hesabı sorar. Hatta bazen, aldığı intikamı size de gösterir, izlettirir.


****

Her hesabın vakti gelir

Benzer minvaldeki şu kıssada meşhurdur;
Vaktiyle bir derviş, nefsiyle mücadelesinde her türlü süsten, gösterişten uzak olması gereken, hatta saçtan sakaldan vazgeçecek mertebeye gelir.
Derviş, gidip berberin önüne oturur:
- Vur usturayı berber efendi, der. Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar.
Başın bir tarafını bitiren berber diğer yana usturayı vuracakken bıçkın bir kabadayı girer içeri ve dervişin başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atar:
-Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye de kükrer.
Dervişlik bu ya; Sövene dilsiz, vurana elsiz olmak gerek. Ses çıkarmadan kalkar yerinden ve bir köşeye çekilir. 
Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa başlar. 
Kabadayının tıraş biter ve dükkandan çıkar. Birkaç adım gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuş aşağı hızla üzerine gelir. Şaşkınlıkla yol ortasında kalakalan kabadayı iki atın ortasındaki okun hedefi olur yığılır, kalır yolun ortasına; ölmüştür. 
Berber ihlaslı bir adam ve işin farkındadır. Bir kapı önünde boylu boyunca kanlar içinde yatan kabadayıya, bir de dervişe baktıktan sonra dudaklarından gayri ihtiyari şu soru dökülür:
- Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?
Derviş mahzundur:
- Gücenmedim ona, hakkımı da helal etmiştim halbuki. Gel gör ki kabağın da bir sahibi var. O gücenmiş olmalı, der.
Yaptıklarımızın gayretullahın da gücüne gidebileceğini, vakti gelince hesabını soracağını bilmemiz gerek.