“Bir köylü kadın, bir danayı doğar doğmaz kucağına alıp sevmiş, sonra da bunu âdet edinmiş. Her gün danayı kucağına alıp taşımış; sonunda buna o kadar alışmış ki dana büyüyüp koskoca öküz olduğu zaman, onu yine kucağında taşıyabilmiş.”
Bu hikâyeyi kim uydurduysa, alışkanlığın ne büyük bir güç olduğunu çok iyi anlamış olacak. Gerçekten alışkanlık pek yaman bir hocadır ve hiç şakası yoktur. Yavaş yavaş, sinsi sinsi içimize ilk adımını atar; başlangıçta kuzu gibi sevimli alçak gönüllüdür. Ama zamanla, oraya yerleşip kökleşti mi, öyle amansız bir yüz takınır ki kendisine, gözlerimizi bile kaldırmaya izin vermez.
Montaigne; en büyük kötülüğün, küçük yaşlarda belirmeye başladığın ve asıl eğitimin çocuğu büyütenlerin elinde olduğunu örneklerle savunur: 
Çocuk bir tavuğun boynunu sıkar, kediyi, köpeği oyuncak edip yara bere içinde bırakır, annesi de ona bakıp eğlenir.
Kimi baba da, oğlunun müdafaasız bir köylüyü, bir uşağı öldüresiye dövdüğünü, bir arkadaşını kurnazca ve kahpece aldattığını gördüğü zaman, bunu yiğitlik belirtisi sayarak sevinir.
Oysa bunlar zalimliğin, zorbalığın, dönekliğin asıl tohumları, kökleridir; çocuklukta filizlenir, sonra alışkanlığın kucağında, alabildiğine büyüyüp gelişirler. Bu kötü yönsemeleri [temayülleri] yaşın küçüklüğüne ve işin önemsizliğine bakarak hoş görmek tehlikeli bir eğitim yoludur.
Her şey ebeveynlerde başlıyor diye ısrar etmemiz bu yüzden. Çocuk yetiştirirken kendi karakterini tekrarlıyor büyükler. Çünkü çocuk büyütmekle çocuk eğitmek arasındaki farkı; çocuğun arkadaşları ve toplum içindeki tutumları, davranışlarıyla anlarsınız. 
Önce şu bakımdan ki, çocukta tabiat hâkimdir ve tabiat asıl yeni tomurcuk salarken katıksız ve gürbüzdür. Sonra da hırsızlığın çirkinliği, çalınan şeye göre değişmez ki: Ha altın çalmışsın, ha bir iğne. ‘İğne çaldı, ama altın çalmak aklına bile gelmez’ diyenlere Montaigne ünlü Denemeleri’nde şu soruyu yöneltir: ‘İğneyi çaldıktan sonra niçin altını da çalmasın?”