Ülkemizde ‘PROBLEM’ Hâline Getirilmeye Çalışılan ‘ALEVÎLİK’ Mevzuunu Yrd. Doç. Dr. ABDÜLKADİR SEZGİN ile Konuştuk.

Oğuz Çetinoğlu: Hocam önce, ‘Alevîlik’ konusunu konuşma teklifimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Söze, ‘Alevîlik nedir’ diyerek başlayabilir miyiz?

Yrd. Doç. Dr. Sezgin: Başta Osmanlı arşivleri olmak üzere, Dedeler'in ellerinde bulunan ‘İcazetname’lerde de Alevî tâbiri geçmez. Hz. Ömer'in Halifeliği' zamanında ‘Şia-i Ömer’ (Ömer taraftarları) olarak bir deyim vardır. Hz. Osman Halife olunca ona da ‘Şia-i Osman’ (Osman taraftarları) denildi.

Hz. Ali'nin Halife olduğunda ise, o kadar çok insan Hz. Ali taraftarı oldu ki, daha öncekilere söylenen sıfatlar unutuldu ve hatırlayanları kalmadı. ‘Şia-i Ali’ (Ali taraftarları) daha sonraki yüz yıllarda da yaşamaya devam etti. Bu taraftarlık aynı zamanda bir niteleme ve yandaşlık ifâdesi idi.

Alevî kelimesi, İslam dünyasının tamamında ortak kültürel bir deyimdir. Anlamı da ‘Evlad-ı Ali’ demektir. İran’dan Ortadoğu ve Asya kıtasındaki bütün Müslüman ülkelerde ‘Alevî’ kelimesi ‘Evlad-ı Ali’ anlamındadır. ‘Ben Alevîyim’ diyene; Kimin soyundansın veya Hasan soyundan mı, Hüseyin’den mi geliyorsunuz? Sorusunu sorarlar.

Biz, ‘Köylü Bektâşî’ veya klasik adı ile ‘Kızılbaş’ kelimesini kullanmaktan vazgeçtik onların yerine ‘Alevî’ kelimesini koyduk. İslam dünyasından da bu deyimle ayrıldık. Ortak kültürel bir noktamız da kayboldu.

Ahmed Yesevî tarafından kurulup geliştirilen tarikat,  ‘Yesevîlik’ adıyle bilinir. Anadolu’daki Selçuklu Devletinin zayıfladığı bir dönemde Ahmed Yesevî batıdaki Türk Devletinin yıkılmasını önlemek, bu yapılamayacaksa yeni bir Türk Devleti kurulması için Hacıbektaş Veli önderliğinde binlerce yetişmiş dervişini Anadolu’ya göndermiştir. Selçuklu Devletini devam ettirme imkânı kalmadığını gören Hacıbektaş Osmanlı’ya yönelmiş ve yeni Türk Devletini inşa da diğer arkadaşları ile birlikte çalışmalar yapmıştır.

Bu dönemde gelenler trene binip topluca gelmedikleri, kağnılarla ve küçük gruplar hâlinde geldikleri için eğitimlerinde aksamalar oldu. Bir kısmı İran coğrafyasına daha önce gelmiş olan tarikat şeyhlerinden, bir kısmı da  Irak ve çevresindeki Yesevî dervişlerinden ‘yol ve erkan’ bağlantılarını kurarak Anadolu’ya yerleştiler. Biz ‘Erdebil dedelerine bağlıyız’ diyen Türk, Türkmen aşiretleri de vardır.

Bunların tamamı Türk, Müslüman ve bir de ‘yol ve erkân’ öğrenmiş; yâni Yesevî’den gelen ‘Kızılbaşlık’ veya ‘aynı anlama gelmek üzere ‘Köy Bektâşîliği’ bağlantıları da vardır.

Çetinoğlu: ‘Yol’ ve ‘erkân’ kelimelerini açıklar mısınız?

Dr. Sezgin: ‘Yol’ kelimesiyle ifâde edilen şey; ‘Allah Yolu’; Allah’ın emrettiği ve Kur’anla bildrdiği, ‘Hak ve hakikat yolu’ yâni İslam Dini’dir. ‘Erkân’ ise, Hz. Peygamber’den iki ayrı rivayetle gelen Tarikat erkânıdır.

Bu noktadan bakıldığında Kızılbaşlar, Bektâşîler (şehirliler) ve Nakşîler ile yakınlık ve benzerlikler gösterirler. Nakşîlik de, Bektâşîlik de Hz. Peygambere iki koldan ulaşır ve bağlanırlar.

Her iki tarikatın birleştiği noktalar aynıdır: Nakşîler, her gece kendilerine verilen miktarda ‘Allah’ın isimlerini’ kendi kendilerine, sessiz olarak tekrarlayarak okurlar. Bu Nakşîliğin sesiz zikridir.

Bir de Perşembe günü ikindi namazından sonra, diğer tarikat arkadaşlarıyla birlikte ‘Hatm-i hâce’ diye bilinen Yesevî’den gelen duayı açıkça, hep birlikte yüksek sesle okurlar.

Kızılbaşlar (köylüler), ‘Dede’ denilen ‘Tarikat Önderi’ liderliğinde; Bektâşîler de ‘Baba’, ‘Halife Baba’ veya ‘Çelebi’ adlı tarikat liderliğinde zikirlerini icra ederler.

Bu tarikatın ‘Açık Zikri’dir.

Özellikle Dedeler’in önemli bir kısmı gece yarısında kalkıp ‘Gece Namazı’ kılarlar. Bu Nakşîler’deki ‘gece zikri’nin farklı bir türüdür.

Kimseyi rahatsız etmeden gece namazı kılan Dedeler’in kendilerine bağlı dervişlerinden ‘Hakkullah’ denilen bir ücret almaları sebebiyle mecburî bir ibâdet olarak bilinir.

Çepni Dedelerinden Bergama Pınar Köylü Dostum ve kısmen de mürşidim diyebileceğim, Nazım Kılıç Dede’nin; ‘biz bu gece namazını kılmasak aldığımız, Hakkullah bize helal olmaz’, dediğini bugünkü gibi hatırlıyorum.

Yâni Alevîler iyi Türkmen, iyi Türk ve iyi Müslümanlardır ve bunda kuşku yoktur.

Elbette tarikatların kapatılması, yozlaşmaya, eğitimsizliğe ve kültürel kayıplara da sebep olmuştur.

Bütün tarikatlar için de geçerli olmak üzere illegal olarak serbest, hukuk olarak meşruiyeti bulunmayan tarikatlardaki yıpranma, eğitimsizlik, câhillik ve bizi en çok etkileyen küresel emperyalizmin bütün olumsuz katkılarına rağmen hâlâ ayakta kalmış olmaları önemli olmalıdır. Her iki tarikat da da biri açık zikir, diğeri de gece yapılan sessiz zikir vardır

Alevîlik; Türlüktür, İslam'dır. Hz. Peygamber, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt aşıklığı'dır. Bir başka beyanla Hak duygusu taşımak; kendi hakkına razı olarak başkasının hakkına el uzatmamaktır.

Sofraya yemeğe oturup, kaşığını eline aldığında, ‘bu bana sunulan yemek, bana helal mi?’ sorusunu sormaktır.

Çetinoğlu: Bu târifinizi pekiştirmek için bir de ‘Alevîlik ne değildir’ sorusunu cevaplandırmanız mümkün mü?

Dr. Sezgin: Alevîlik bir ırkı, bir milleti veya aşireti ifâde etmez. Günümüze kadar gelen ve üzülerek ifâde etmeliyim ki, yaklaşık 1987’lerde yaygınlaşmaya başlayan ‘Alevî’ kelimesinin yanlış kullanımı bizi kültür olarak İslam dünyasından kopardı.

Çetinoğlu: Bugün Alevî denilenlerinin Hz. Ali sevgisi dışında, bu soyla ilgileri nedir?

Dr. Sezgin: Hiiiç. Kızılbaş veya ‘Köy Bektâşîsi’ olarak bilinen Türkler, Türkmenler insanlar yanlış yönlendirildiklerini fark etmeden yanlış beyanlarla Alevîlere haksızlık ediyorlar. 

Çetinoğlu: Kimileri; ‘Alevîlik İslam’ın ne içinde, ne de dışında…’ Diyor. Kimileri de ‘Hem içinde, hem de dışında’ diyor. Siz Alevîliği İslamiyet’in neresine yerleştiriyorsunuz?

Dr. Sezgin: Alevîlik, (Kızılbaşlar, ve Bektâşîler) bir din değildir, bir mezhep de değildir. Bunu anlamak veya anlatmak için toplumdaki uygulamalara bakmak gerekir. Çocuklarını evlendirenler evlenirken okunan ‘Nikâh Duası’, birisi vefat ettiğinde, kılınan cenaze namazının kaç tekbirle ve hangi dualarla kılındığı, İman esaslarını çocuklarına öğretirken ‘Amentü duası’nı öğretip öğretmedikleri, Ramazan ve kurban bayramlarında bayram namazını kaç tekbirle kıldıkları incelenirse, bu kardeşlerimizin Semerkant’lı Muhammed Maturidi ve Özbekistan’ın Tirmiz Şehri’nden önce Hz. Ali’nin başkentine, oradan da Bağdat’a gelip yerleşmiş olan Ebu Hanife fıkhına bağlı oldukları görülür.

Osmanlı Devleti’ni Anadolu’da uzun ve derin çukurlar kazarak gömme veya geldikleri ‘Tanrı Dağları’na eri gönderme hayâli kuran batılılara karşı yeni bir devlet kurarak püskürtmemizle birlikte, yeni ve güçlü bir TÜRKİYE CUMHURİYETİ kurmuş olmamızı ve yenildiklerini de hazmedemeyen küresel emparyalist devletler bu defa dost kılığına girerek içimizde bizleri bir birimize düşürmeyi denediler.

1962-1972 yılları arasında ülkemize hizmete(?) gelmiş ABD’li ‘Barış Gönüllüleri’ ülkemizde hangi savaşa karşı barış için gelmişlerdi?

Toplam olarak 1201 kişi olarak gelmiş olan bu gönüllülerden 201kişi, yüksekokul ve üniversitelerde İngilizce okutmanlığı yaptı. Geri kalan bin kişinin beş yüzü doğu ve güney doğuda Kürt köylerinde ‘Kürtçülük’ öğretirken, diğer beş yüzü de Kızılbaş Köylerinde, ne yaptılar sanıyoruz?

‘Ali’siz Alevîlik’ten, ‘siz Müslüman değilsiniz’e kadar ne haltlar işlemediler ki? Bütün bu olumsuz çalışmalara rağmen Kızılbaş Türkler, bu tebliğlere hep şüpheyle baktılar. ‘Elin gâvuru’ dediler. Kızılbaş kökenli halk âşıkları, başta Âşık Veysel, Âşık Davut Suları, Âşık Tokatlı Selmani, Kahramanmaraş Göksunlu Âşık Hüdâî gibi pek çok âşık: ‘İmanım Âmentü billah -Dönemem estağfurullah’ Deyip, Şah İsmail’i tekrarlayarak, Türk ve Müslüman olduklarını ifâde etmekle kalmayıp meydanlarda, âyin ve erkânlarda, atışmalarda bunları okudular.

Bir hâtıramı anlatayım:

2008 veya 2009 yılıydı. Yanımda üç müfettiş arkadaşımla birlikte, ramazanın ilk sahur akşamında Yozgat - Yerköy ilçesindeydik. Gece, zor da olsa sahur yapacak bir yer bulmuştuk. Sabahlerin Yozgat’a gitmek için yola çıktık.  

Aşağı Elmahacılı köyüne geldiğimizde aracı süren arkadaşa, şu köye girelim, dedim. Köy meydanında kimse kalmamıştı. Muhtemelen 40 yaşlarında bir hanıma gözümüz ilişti. O da bize doğru geliyordu.

‘ - Buyurun, köyde bir aradığınız mı var’ diye sordu. Ben, ‘muhtarı bulsaydık, hem çayını içecektik, hem de biraz sohbet etmek istiyorduk’, dedim. Hanım iki elini beline yerleştirip bize çıkıştı:

Bugün ramazanın birinci günü, yaşınızdan başınızdan da utanmıyor musunuz?

Arabanın içinde oturan arkadaşlarım öyle bir alkışladılar ki, nerdeyse meydan gümbür gümbür ses verir gibi oldu.

İşte Alevîlik, bu kadının bize verdiği derstir.

Çetinoğlu: Alevîliğin farklı yorumları var. Sizin Alevîlik yorumunuz nasıldır?  

Dr. Sezgin: Ülkemizde, bugün ‘Alevîlik’ olarak ifâde edilen anlayış veya inanışın Ahmed Yesevî - Hacıbektaş Veli silsileleri ile Selçuklu devletinin yıkılmakta, Osmanlı'nın kurulmakta olduğu 13. yüz yılda Türkistan'dan gelen ‘Horasan Erenleri’ ortak adıyla bilinen ‘Hak Dostları’ tarafından kuruldu.

Bu yeni kurulan yolun bir mezhep olduğu şeklinde târihî ve kültür temeline dayalı hiç bir kayıt veya belge yoktur. Bu yeni kurulmuş olan ‘Yol’ İslâm’ın daha hassas kurallara ve inceliklere sâhip ‘tasavvuf yolu’ olduğunda ise, şüphe edilemez.

Bu yolun kurulduğu 13. yüz yıl şartlarına göre, bütün dünyada insanlar, yaygın olarak tarım, hayvancılık ve madencilik gibi üretime dayalı bir sosyal hayat yaşamaktadır. Türkler arasında göçebelik, göçerlik hayatı devam etmektedir.

Anadolu'yu vatan tutmuş ve yüzlerce yıl haçlı seferlerine karşı korumuş Selçuklu Devleti, ömrünün son yıllarını yaşarken, Osmanlı ‘Beylik'ten devlete’ geçme mücâdelesi içindedir. Şehirlerdeki nüfusa göre köylerde yaşayanlar çoğunluğu oluşturmaktadır.

Bilinen bu hayat tarzının gereği olarak da bu yeni oluşan ‘tasavvufî yol’ daha çok konar-göçerler ve köylüler arasında yayılmıştır. Bu yolu kuranlar da muhatapları da mensuplarını bildikleri için, yolun ‘usul’ ve ‘erkânı’nı köy ve yayla şartlarına göre düzenlediler.

Unutmayalım ki, tasavvufî ekollerin tamamının kuruluş ve çalışmaları sırasındaki tek hedefi, maddî ve mânevi anlamda ‘insan-ı kâmil’ (olgun insan) yetiştirmektir.

Çetinoğlu: Özür dilerim Efendim! Sünni İslam’ın hedefi de insan-ı kâmil yetiştirmek değil mi?

Dr. Sezgin: Dinin temel hedefi aklı başında, olgun (kâmil) insanlar yetiştirmektir. Ancak hatırlamamız gereken en önemli şey, dinin ifâde ettiği hususlar herkes tarafından aynı şekilde anlaşılır gibi değildir. Kur'an ve Sünnet açısından bile okuma, eğitim her insanın kendi başına becerebileceği bir şey midir? Bunun için muallimler (öğretmenlere) ihtiyaç vardı. Herkes okuma yazma bilseydi bile insanı ‘kâmil’ hâle getirmek için özel eğitimlere ihtiyaç vardı. Hz. Peygamber aynı zamanda öğretmendi. Ama tek başına, herkese tek tek eğitim verme imkânı ne kadardı?

Çetinoğlu: Hünkâr Hacı Bektaş Veli ile Aleviler arasında kuvvetli bir bağ var. Anlatır mısınız?

Dr. Sezgin:Anadolu Erenleri’ olarak bildiğimiz ‘Horasan Erenleri’ olarak da tanınan Hacı Bektaş Veli, Abdal Musa ve sayıları binlerle ifâde edilen insanların tamamı Ahmed Yesevî merkezinde yetiştirilerek, en batıdaki ‘Türk Devleti Selçuklu’nun yıkılmasının önlenmesi ve devletin yenilenmesi; yeniden kurulması ana görevi ile Anadolu'ya gönderildiklerinde şüphe yoktur.

İşte Osmanlı Devleti'nin kuruluş mâcerasının en önemli sırrı da burada gizlidir.

Bu inanç ve gayretle Anadolu'ya gelen Gaziyân, Bâciyân, Dervişan, Abdalân... her kim varsa tamamı aynı inancı ve duyguyu aynı pınar gözesinden almışlardı.

Tabîi ki, bu gelen binlerce dervişin bir de koordinasyonu ve yönetim sistemi vardı ve cümle Erenlerin başı kuşkusuz Hünkâr Hacı Bektaş Veli idi.

O’nun tebliğleriyle başlayan, çok basit gibi görünen ve yedi yüz yıldır eskimeyen, pörsümeyen slogan hâlindeki tebliğleri, bütün Türk oymak, boy ve aşiretlerini bir arada tutmayı başarmıştır.

Eline, diline, beline sahip ol’ gibi pek çok sözün; ‘kibar-ı kelâm’ın anlamı bugün daha çok anlaşılmıyor mu?

Bugün yaşamaya devam eden Alevîlik, bu kaynak dışında, hiç bir kaynakla irtibatlandırılamaz.

Kültürün de ana kaynağının ‘Horasan Yolu’ olduğunu anlatmaya da gerek yoktur. Ahmed Yesevî'nin ‘Fakirnâme’si, Üçüncü Halifesi Süleyman Hakîm Ata’nın, ‘Kitab-ı Bakırgân’ı, Hacıbektaş Veli'nin ‘Makalat’ı birlikte incelendiğinde her ‘üç Eren’in yollarının, temel ilkelerde değişiklik yapılmadan geliştirilen aynı yol, usul ve erkân olduğu açıkça görülür.

Selçuklu'nun Moğol istilasına uğraması, şehirlerin yağmalanması, halkın perişanlığı gibi sıkıntılar, bu Horasan Erenleriyle nefes almaya başlamış,  görünmeyen, sâdece herkese dua eden bu dervişler görevlerine târif edilemeyecek başarıyla devam etmişlerdir.

Hacı Bektaş Veli'nin yerleştiği yer ‘Suluca Karahöyük köyü’ yedi hâneli bir Çepni köyüdür.

Burada başlayan Hacı Bektaş Veli tebliğleri Osmanlı eliyle üç kıtaya yayılmıştır. Bundan daha büyük başarı olabilir mi?

Hangi adla anılırsa anılsın Kızılbaş/Alevî/Bektâşî adıyla bildiklerimiz Ortaasya'dan Tanrı Dağları'ndan getirilen Türk, Türkmen kültürünü yaşamaya devam etmişlerdir. Giyim, kuşam, kullanılan araç, gereç... Hayvancılık aynen devam etmiştir. Oralardan getirdiğimiz ‘at ve koyun kültürü’ hâlâ devam ediyor. Gerçi gelişen motorlu vasıtalar, ulaşım araçları atın önemini azaltmışsa da at ve ata bağlı kültür, deyimler, atasözleri ile de yaşamaya devam ediyoruz.

Hatırlanması gereken bir husus da yerleşik hayat ve onun gereği olarak toprakla, tarımla meşgul olmamız da yaygın olarak bu topraklarda başlamış...

Yedi hâneli köyde başlayan ve bütün Anadolu ve Balkanları saran ‘Hacı Bektaş Veli Yolu’nun 1826 yılı kapatmasından nerede ise yüz yıl sonra, bütün türdeşleriyle birlikte, ikinci bir kapatılmayla karşı karşıya kaldı.

30.11.1925 târihinde kabul edilen ve 13.12.1925 târihinde resmî gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren ‘Tekke ve Zâviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dâir Kanun’ o günün sosyal sebepleriyle bütün tekke, dergâh ve zâviyeler kapatıldı.

Çetinoğlu: Şia’nın veya bir başka ifâde ile Şiîliğin birçok mezhepleri olduğu gibi, Alevîliğin de pek çok kolları veya Frenkçe isimlendirilmesiyle fraksiyonları, uyduma Türkçeyle bölüntüleri var. Bunlar hakkında bilgi lütfeder misiniz?

Dr. Sezgin: Farklılıklar daha çok Türk boylarının farklı bölgelerde yaşamış olmalarından kaynaklanıyor. Tahtacılar, Orta Asya'dan başlayarak, bütün hayatlarını ormanlarda geçiren; ağaçtan ev âletleri üreten, ev yapımında kullanılan direk, tahta gibi ürünleri sağlayan insanlardır. Hayatları yazın da kışın da ormanda geçen insanlardı.

Tahtacılarda tarım ve hayvancılık son derece zayıftır. Oğuz boyuna mensup olanlarla beraber Kıpçak boyuna mensup Türkler olduğu gibi daha alt guruplar da var. Akkeçili, Karakeçili olanlar ve başkaları var.

Her farklı boya mensup olanların diğerlerinden biraz farklı gelenekleri oluşmuştur. Kültürlerin farklılaşmalarla şekillenmiş olması,  ayrılıklar-farklılıklar gibi gözükmeye başlamıştır. 

Dilimizdeki şive farklılıklarını ‘dilimizin zenginlikleri’ olarak kabul ediyoruz. Alevî topluluklarında görülen nüans seviyesindeki farklılıkları da ‘Alevî kültürünün zenginlikleri’ olarak kabul etmeliyiz. 

Bu farklılıklar içinde değişmeyen değerler arasında Ahmed Yesevî'den Hacıbektaş Veli'ye uzanan çizgi var.

Yirmi milyon kilometre kare vatan üzerinde gelişmiş, yaşamış dilimiz, medenîyetimiz, eserlerimiz bizi hâlâ İslam Dünyası'nın lideri konumunda sayılmamızı ifâde etmiyor mu?

Tamamı Arap olan Suudi Arabistan'da; Mekke ve Medine şehirleri başta olmak üzere, yaşayan Türk Kültür unsurları var. Yeniçeri'lerden kalmış ‘Mevlid Okuma geleneği’, Hz. Peygamberin ‘Mirac kıssası’ okunurken herkesin Bektâşî geleneği gereği olarak (kadın-erkek herkesin) ayağa kalkarak dinlemesini fark eden Türk arkadaşların hepsini ağlatan duygular görmüşüzdür.

Hâlen yaşayan bu ortak değerlerden ne kadar haberdarız?

 ‘Şia’ veya ‘Şii’ kelimeleri birden çok mezhebin ortak adı olarak bütün İslam dünyasında yaşamaya devam etmektedir (Caferi, İsmaili, Zeydi... gibi topluluklar, bu guruba dâhil mezhepler olarak kabul edilmektedir).

*Kızılbaş deyimi yerine, ‘Köy Bektâşîsi’ ismini ilk kullanan Besim Atalay’dır. ‘Bektâşîlik ve Edebiyatı’ kitabına bakılabilir.

(DEVAM EDECEK)