İstanbul’un Fethi ve İstanbul’un Kurtuluşu Türk tarihinin en önemli iki başarılı siyasi olayıdır. 

Atatürk, 1930’da Fatih Sultan Mehmet’in en büyük başarılarından biri olan İstanbul’un fethi hakkında şu çarpıcı sözleri söylemiştir:

İstanbul’un fethi olayını değerlendirirken diyenler vardır ki: Bizanslılar Türklerden daha medeni idiler, fakat Türklerin harsı kuvvetli olduğu için galip ve başarılı oldular! Bu anlayış anlatım doğru değildir. Gerçekte Türkler Bizanslılardan daha hem daha medeni idiler hem de ırki karakterleri onlardan yüksekti. Medeniyet dediğimiz harsın üç önemli özelliğini göz önünde tutarak olayı değerlendirirsek fikrimiz kolaylıkla anlaşılmış olur:

İstanbul’u alan Türkler, devlet hayatında elbette Bizans İmparatorluğu’ndan çok yüksekti. Türklerin İstanbul’un fethinde inşa ve icat ettikleri gemileri toplar ve her çeşit araçlar, gösterdikleri yüksek fen yeteneği, bilhassa koca bir donanmayı Dolmabahçe’den Haliç’e kadar karadan nakletmek dehası, daha önce Boğaziçi’nde inşa ettikleri kuleler, aldıkları tedbirler, Bizans’ı alan Türklerin fikir ve fen aleminde ne kadar ileri olduklarının yüksek şahitleridir. Bizans prenslerinin Türk ordugahlarında staj yaptıklarını, her konuda ders aldıklarını da hatırlatmak isterim. Daha Atilla zamanında Doğu Roma İmparatorluğu’nun Türklerin haraçgüzarı olacak kadar siyasette ve askerlikte bilgi ve beceriden yoksun düzeyde olduğu bilinmektedir. Bizans’ı alan Türklerin, ekonomik hayatta, Bizanslıların çok ilerisinde olduğunu anlatmaya dahi gerek yoktur.

Bir gün İstanbul’un fethinden konuşulurken söz Fatih Sultan Mehmet’e gelir. Atatürk ortaya: “Tarih acaba benim mi yoksa II. Mehmet’in mi yaptığımız işleri daha mühim bulacaktır” diye bir soru sorar.

Oradakilerden çoğunlukla: “Siz!..” derler. Atatürk “Niçin?” der.

Birçoğu Fatih’i geriye bırakırcasına Mustafa Kemal’i öne çıkarmak isterler.

İçlerinden bir genç: “Efendim!” der ve şöyle devam eder: “Tarih bir sınav salonuna benzer, karşısına gelenlere birtakım özel sorunlar verir. Sonuçta verdiği sorunları çözüşüne ve bundaki yeteneğine göre bir numara verir. Aşağı yukarı tarihin sınavına çıkanların hepsi ayrı şartlar içinde ayrı sorunlar karşısında kalmışlardır. Bunları en iyi halledenler de tereddütsüz on numara almışlardır …

Fatih karşısına çıkan sorunları en iyi şekilde çözerek on numara almıştır. Siz de önünüze çıkan sorunları halletmiş ve on numarayı kazanmış bir tarih büyüğüsünüz.

Atatürk: “Bravo!” diyerek genci kutladıktan sonra biraz önce Fatih’i küçümseyenlerden birine dönerek:

Sen halt etmişsin!..” der ve şunları söyler:

Ben Fatih’ten büyük olabilir miyim? Çok kereler Fatih’in karşılaştığı meseleleri düşündüğüm zaman ben de aynı çözüm yollarını bulmuşumdur. Yalnız, Fatih, benim karşısında kaldığım sorunları nasıl hallederdi? Bunu çok merak ederim. II. Mehmet büyük adamdır büyük

Atatürk’ün Osmanlı’ya ve II. Abdülhamit’e bakışı taktire şayandır. Bu konu hakkında en güzel hatıra Osmanlı’ya isyan eden; Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa’nın torunu; Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu’nun hatırasıdır ki; Nazif Bey bu olayı şöyle anlatır:

“15-20 yaşlarında gencecik bir gazeteciydim. Cumhuriyet Gazetesi'nde yazılar yazıyordum. Tabiî ki Abdülhamit’i hiç sevmiyordum. Cimri, korkak, vehimli, zalim, Kızıl Sultan diye, yerli yersiz saldırıyordum. O zamanlar her evde bugünkü gibi telefonlar yoktu.

"1937 yılında idi. Yaz aylarından biri. Doğrudan doğruya kendi kontrolümdeki gazetede "Makedonya" adlı bir eserim tefrika ediliyordu. Sabahleyin neşe içinde gazeteye gittim. Arkadaşların ve ağabeylerimizin yüzünde acayip bir ifade ve ses tonlarında garip bir soğukluk vardı. Ne olduğunu sordum. Kimse söylemek istemiyordu. Nihayet gazetenin patronu, “Seni Köşk’ten çağırdılar” dedi.

Köşk’e ancak Atatürk çağırtabilirdi. Çok korktum. Beni gazetenin pikabı ile köşkün yakınına kadar götürdüler. “Her halde kapılara talimat verilmiştir. Kendini tanıt. İçeriye alırlar” diyerek gittiler. Titriyordum. Ayaklarım biri birine dolaşıyordu. Kapıya yaklaştım. Nöbetçiler uzaklaşmam için el kol işareti yapıyorlardı. Dizlerimin dermanı kesilmişti. Uzaklaşamıyordum. Yanıma geldiler. Orada ne aradığımı sordular. Kekeleyerek beni Köşk’ten çağırdıklarını söyledim. Adımı sordular. Bir subay elindeki kâğıda baktı. “Tamam o. Götürün!” dedi. İki yanımdan kollarıma girdiler. Subay önde gidiyor; arkamdan da ayak sesleri geliyordu. Dönüp bakamıyordum. Korkumdan doğru dürüst nefes alamıyordum.

Birden kendimi Atatürk’ün karşısında buldum. Son derece şefkatli bir sesle: 

“Gel bakalım çocuk...” dedi. 

Ve elini bana uzattı. Öptüm. Beni karşısına oturttu. Yiyecek, içecek bir şey isteyip istemediğini sordu. Dişlerim kilitlenmişti. Konuşamıyordum. Başımla hayır işareti yaptım. Üstelemedi. Ve aynı şefkatli sesle: 

“Bak çocuk, yazılarından anlaşılıyor ki, sen Abdülhamit’i sevmiyorsun. Sevme, yine de sevme... Ama şu hakikati de asla unutma ki... Abdülhamit, o devrin dünya devletleri arasında, en büyük siyaset dâhilerinden biriydi. Hangimiz onun yerinde olsaydık, onun yaptıklarını yapamazdık. O dehası ve ince siyaseti ile, çoktan çökmüş olan Osmanlı İmparatorluğu'muzu tam 33 sene ayakta tuttu. 

İttihat ve Terakki onu devirdikten sonra, hürriyet, müsavat, uhuvvet (özgürlük, eşitlik kardeşlik) gibi, Masonik sloganlarla Balkanlardaki bütün etnik unsurları birleştirdiler. Onlar da birleşince, bize karşı Balkan Savaşı'nı başlattılar. Bir taraftan Osmanlı subaylarının siyasete bulaşmış olması, diğer taraftan Batılıların desteği ile az kalsın İstanbul elimizden gidiyordu. Abdülhamit’e haksızlık edenlerin hepsi sonunda pişman oldular. Tekrar ediyorum. Abdülhamit’i sevme; yine de sevme ama bu hakikatleri de hiçbir zaman unutma...” dedi.

Başımı okşadı. Tekrar elini öptüm ve çıktım...” 

Sonuç olarak defalarca söylediğim gibi;  İstanbul’u bize hediye eden, Fatih Sultan Mehmet’i Mustafa Kemal’e değişenlere veya İstanbul’u kurtararan Mustafa Kemal’i Fatih Sultan Mehmet’e değişenlere; ayrıca birini diğerinde üstün tutanlara, Abdülhamit’i Mustafa Kemal’e değişenlere veya Mustafa Kemal’i Abdülhamit’e değişenlere; ayrıca birini diğerinde üstün tutanlara,  Mustafa Kemal’in sözleri ile cevap vermek istiyorum. O, Abdülhamit’in büyüklüğünü kabul ederek onu şu övgüyle yad ediyordu; Abdülhamit, o devrin dünya devletleri arasında, en büyük siyaset dâhilerinden biriydi. Fatih için ise şöyle diyordu; “Fatih sadece bir Türk büyüğü değil, cihan tarihinde de en büyük adamdır.” “…”   Amma ben Fatih’in devrinde yaşasaydım reyimi (oyumu) tereddütsüz ona verir ve onu reisicumhur (cumhurbaşkanı) seçerdim”.”