Hasan Deveci

Tarihe baktığımızda Kıbrıs’ı Rumlaştırma çabalarını 1814’de Rusya’nın desteklediği ve Anadolu ile Kıbrıs’ı içeren bir Yunanistan genişlemesini amaçlayan gizli örgütün başlattığını görürüz.  1963 sonrası yoğunlaşan ve bugün dünya sorunu haline gelen Kıbrıs sorunu Şubat 1977 Denktaş-Makarios anlaşmasından beri iki yönetimli Federal Cumhuriyetin temel alınmasına ve çeşitli temsilcilerin katılımına rağmen çözümsüzlük çözümdür ilkesi kök almıştır.  Her iki taraf Federal Cumhuriyeti onayladığına bakılırsa, Rumların Avrupa Birliğine (AB) niye ‘evet’ fakat askere ve garantiye ‘hayır’ dediklerini sormamız yerinde olur. 

Olası çözümde Federal Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temelinde iki halklılık, iki bölgelilik ve tek vatandaşlık kavramları günümüze varan birikimlerde kalıcılık kazanmıştır.  Fikir ayrılıkları olsa da senato üye sayısının eşitliğini, temsilciler meclisin üye sayısı ise toplumların ada nüfusuna oranıyla doğru orantılı şekilde olacağını dile getirebiliriz.  Senato ve meclisin tek oy çoğunluğu ile geçerli karar alabileceğini, bakan dağılımının meclis temsiline benzer olacağını ve pazarlık neticesi dönüşümlü başkanlığı var sayabiliriz.  Çözüm halinde, AB üyesi Kıbrıs’ta halkın bir kısmı 1974 öncesi evlerine dönecek, Türklere uygulanan ambargolar kalkacak,  Ercan’a dünyanın her tarafından gelen uçaklar inip kalkacak, Maraş açılacak, Kıbrıs münhasır ekonomik bölgesindeki enerji kaynakları Türkiye üzerinden Avrupa’ya dağıtılacak ve Kıbrıs Türkiye’nin AB yolunda köstek olmayacak gibisinden getiriler olacağı savunulur.  Götürüleri araştırırken, AB hukuk birliği çemberi de Federal Kıbrıs’ın siyasi ‘güç paylaşımını’ ve Rumların ‘askerle garantiye’ hayır ısrarını eleştirmemiz zorunludur.

Başlarken AB ve öncüsü Avrupa Ekonomik Toplumunu (AET) konu edelim.  Uzmanlar, bir ülke yeraltı kaynaklarını satar karşılığında teknoloji satın alır gibisinden örneklerle, tercihen ülkeler arası serbest ticareti değilse gümrük birliğini al-vere uyumlu diye destekler.  Benzeri bir nedenle, ikinci Dünya harbini takiben Avrupa içi harplerin önlenmesini amaçlayan üç toplumdan birisi AET olmuştur.  Serbest ticareti benimseyen AET ve takipçisi AB malların, sermayenin, kişilerin ve hizmetlerin serbest dolaşımı yanında serbest dolaşıma ışık tutacak yerli ve üye ülke vatandaşları arasında hukuki eşitliğini temel saymıştır.  Ayni zamanda, aşırı ithallerin yerel ticari düzenini yıkabileceği, sınırsız yerleşimin yerli-yabancı halk dengesini bozabileceği madalyonun ters tarafı olarak kabullenmiştir.  Bu nedendendir ki, Ticari ve siyasi zıtları dengeler diye AB üyelerine sınırlı derogasyon hakkı tanımıştır.  Buna rağmen, Birleşik Krallığın AB’den ayrılma girişimi, AB üye ülkelerin sınırlarını, ticaretini ve hukukunu yörüngesi altına alma tehlikesini sergilemiştir.  

Malların serbest dolaşımı yerel üretime zarar verse de rekabeti artırdığını, fiyatları alıcı yararına dengeleştirdiğini ve kısıtlı olsa bile ticari istikrarı sağladığını var sayabiliriz.  Sermaye dolaşımı sorgulanacak olursa, genelde yerel üretimi destekler diye (yabancı) sermayenin serbest dolaşımı ekonomiye kazanç sayılır ve kabul görür.    

Önemli olan siyasi eşitliği, ilmi alanı, can güvenini ve yerli-yabancı halk dengesini bozma tehlikesini taşıyan kişilerin ve hizmetlerin serbest dolaşımıdır.  Kuruluşunda ekonomik istikrarı amaçladığından kişisel serbest dolaşımı ‘ekonomide faal’ şahıslara addeden AB, Maastricht sonrası halkların entegrasyonunu hedef almış, ekonomik faaliyet önceliğini sulandırmış ve kişisel serbest dolaşımı her AB vatandaşının yasal hakkı diye uygulamıştır.  Takiben, Deutche Post v Sievers [2000] davasında AB Adalet Divanı  ‘... ekonomide rekabet çarpıntılarını önlemek ... güdülen sosyal hedefin gerisinde’ yer aldığını vurgulamıştı.  Neticede, söz konusu sosyal hedef 2004/38 Direktifinde AB ‘vatandaşları ve ailelerinin’ AB içerisinde serbest dolaşımı ve ikameti niteliğinde ifade edilmiştir.  Ne var ki, Kaur [2001] vatandaşlık ‘verme ve (kısıtlı) alma’ salahiyetini Üye Ülkelere bırakmıştır.   Öte yandan, Surinder Singh [1992] serbest dolaşım ilkesine dayanarak Almanya’da işleyen ve orada evliliğini kuran İngiliz vatandaşı kadın İngiltere’ye dönüşünde Hindistan vatandaşı olan eşinin İngiltere’ye yerleşmesini sağlamıştır.  Kısacası, ABAD Üye Ülkelerin özgürlüğünü örtbas pahasına entegrasyonu hızlandırmaya kararlı görünümündedir.  

Ne var ki, hukuk eşitliği vatandaşlık temeline bağlı gerek açık (somut) gerek örtülü (dolaylı) ayrımcılığı yasaklamış ama, eşitlik üye ülkenin vatandaşları arasında değil, sadece misafir  vatandaşların yerli vatandaşlara kıyas eşitliğini korur.  Bu anlamda, eşitlik ülkenin iç uygulamalarını sorgulamaz, sadece davanın AB ile ilgili bir konumu olmasını şart koyar.  R v Saunders [1979] de İrlanda kökenli İngiliz vatandaşı hapiste yatmak yerine İrlanda’ya dönmeyi ve üç yıl içerisinde İngiltere’ye ayak basmamayı kabullenmesine rağmen sözünü tutmamış.  ABAD her ülke iç düzenine kendi hükmeder demiş ve İngiliz mahkemesinin İngiliz vatandaşına İngiltere’deki uygulamasını benimsemişti.  Moser v Land Baden-Württember [1984] davasında Komünist Partisine üye olması nedeni ile Alman vatandaşın Alman Öğretmen Kollejine alınmaması ABAD tarafından tastik edilmişti.  Hukuki eşitlik bağlamında bir de mesleki mezuniyetlerin eş değerlenmesi ve hizmet sağlamakta hem hizmet verenin hem de işçilerinin serbest dolaşım hakkı tanınmıştır.   Örneğin, Reyners [1974] Hollanda vatandaşı ve mezunu avukatın Belçika vatandaşı olmayışı Belçika’da avukatlık yapmasını önleyememiştir.  Kısacası, gerek Rush Portuguesa [1990] gerekse Vlassopulou [1991] kararlarında uygulandığı ve AB Direktifi 2005/36/EC kanıtladığı gibi, AB ülkelerinin herhangi birisindeki şirket veya mezun meslektaşlar ev sahibi ülkenin yasalarını nazarı itibare almaksızın başka bir üye ülkede işyeri kurup kadrosu ile birlikte hizmet verme yetkisine sahip olurlar.    

AB hukuk birliğine uyumlu olası çözümün Kıbrıs Türküne getirisini ve götürüsünü anlamak istersek Kuzeyde bir hastane veya okul ihalesini düşünelim.  En geç derogasyonlar sona erdiği zaman, AB’de yerleşim kazancı olan Rum ve Yunan şirketleri ihaleye katılacak ancak Türkiye inşaatçıları devre dışı kalacaktır.  İhaleyi kazanması halinde, Rum şirketiyle birlikte Rum işçiler Kuzeyde işbaşına geçebilecek (Rush Portuguesa.)  Kuzeyde işlemekte olan Rum vatandaş Güneydeki ailesini Kuzeye aktarabilecek (Surinder Singh;) Güneydeki Türk vatandaşı, örneğin trafik kazası gibi bir suç neticesi Kuzeye sevk edilme ihtimalini yaratacak (Saunders;) Müslüman dini veya siyasi örgüte üyeliği iddiası ile iş almada veya eğitimde devre dışı bırakılmasına neden olacak (Moser.)  Türkiye’den mezun vatandaş doktor veya öğretmen, eğitim eşdeğerliği olmadığından görevlendirilmeyecek (Vlassopulou.)  Uygulamada çelişki olursa, Yunanistan’dan mezun avukat davayı Kuzeydeki mahkemelerde güdebilecektir (Reyners.)  Hayır, olamaz, yasalar var, ABAD var dersek, ismi geçen davaların AB hukuk birliği gündeminde ve ABAD kararlarında olduğunu hatırlayalım ve Batı Trakya’daki Yunan vatandaşı Türk kardeşlerimizin insan haklarını gözden geçirelim.  

Batı Trakyayı 1913 yılında Osmanlılar Bulgarlara terk etmiş, 1920 Sevr Anlaşmasında Yunanlılar ilhak etmiş ve 1923 Lozan Anlaşması gereğince  resmen Yunan toprağı ilan edilmiş.  1923 öncesi halkın 67% teşkil eden (Müslüman) Türkler taşınmaz malın 84%’ne sahiptiler.  Kıbrıs’ta olduğu gibi, İstiklâl Savaşının arkasından binlerce Türk topraklarını kendi isteklerince veya zoraki satıp anavatana döndüğünden sayıları ve mülkiyetleri büyük oranda düşmüştü.  Hem Lozan Anlaşması hem de Helen Anayasası tarafından korunan dil, din, eğitim gibi insan hakları Yunanistan’ın AB üyeliği ile daha geniş güven altına alınmıştır, fakat yasa güvencesi hiç de uygulamaya geçmemiş aksine her hak çiğnenmiştir.   1923 Anlaşması ‘Müslüman’ halkından bahsederse de 1950’lerin Türkiye-Yunan dostluğu yıllarında ‘Müslüman’ niteliği ‘Türk’ kavramına çevrilmiş ve 1968 Türkiye-Yunanistan mutabakatı gereğince ‘Türk’ diye kesinleşmişti.  Buna rağmen, 1985 Yunan Millet Meclisi bildirgesi Batı Trakya Türklerine ‘Rum Müslüman’ diye hitap edilmesini emretmiş ve 1989’da Millet Meclisi adayları Sadık Ahmet ve İsmail Şerif kendilerini ‘Türk’ olarak tanıttıkları için cezalandırılmışlardı.  Geçmişe nazaran durumun düzeldiği söylense de araştırmacı kardeşimiz Türkkaya Ataöv’ü okuyanlar bilecekler ki, 1420’de inşası tamamlanan ve Avrupa’nın en eski camisi olan Beyazid Mehmed I Camisinde ‘Ezan’ okunması yasaklanmıştır; öğretmen ve müftü mevkilerine Türklerin kendi seçtikleri ve Türkiye’de yetişen elemanlar değil Yunan hükümetinin seçtiği ve Yunanistan’da eğitim görmüş kişiler getirilmiştir; Türk Lisesine Rum müdür yerleştirilmiş ve Türk gençlerimiz Rum liselerine gönderilmiştir.  Dahası, Trakya Türklerinin Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesine gönderdiği 2011 ve Human Rights Watch’un 1999 raporlarında okunacağı gibi, 1955-1998 arasında 60,000 Trakya Türkünün vatandaşlığı elinden alındığı için Yunanistan’a dönemedi, vilayet sınırları değiştirildiği için Türkler Türk temsilci seçme imkânlarını kaybetmiştelerdir.  

Atina Panteion Üniversitesinde Profösör Alexis Heraclides, Yunanistan’ın mürettep hukuki nedenlerle  Kıbrıs’ın tümüne sahip çıkmayı ve Egede genişlemeyi amaçladığını yazıyor; aslı var mı, Kıbrıs Rumlaştırılır mı?  Özgürlüğüne 1830’de kavuşan Yunanistan, İyonya adalarını 1863’de, Platania’yı 1878’de, Girit ve Lesbos gibi adaları 1912’de, Batı Trakya’yı 1923’de, ve  Oniki adaları 1947’de eline geçirmiş, savaş vermeksizin beş sefer topraklarını büyültmüştür.  Kıbrıs’ta Türk askerine ve garantilere ‘hayır’ diyen AB üyesi Yunanistan Lozan Anlaşmasını yana iterek Ege adalarını silahlandırmış durumdadır, Yunan vatandaşı Batı Trakya, Girit, Rodos ve benzerinde yaşayan Türkler kimliklerini koruma çabası içindeler.  1920’lerde Türkiye’ye dönen, 1940’larda yoksulluklarını gidermek için kızlarını Araplara satmak mecburiyetinde kalan Kıbrıslı Türkler kazançlarını artırmak niyetiyle 1960 sonrası bilhassa İngiltere’ye göç ettiler.  Geçmişte Rumlarla sorunsuz yaşadığımızı iddia edenler, araştırmacı Profesör Ata Atun’un 2 Haziran 2017 Kıbrıs Postasında 1950 Hürsöz gazetesindeki alıntısına göz atsalar.  ‘... elektrik şirketlerinde memur ve işçi olarak bir tek Türkün çalıştırılmamasını ... (belediyelerde) Başkan yardımcısının Türklerden seçilmeyişini ... bazı sokak isimlerinin yalnız Rumca ve İngilizce yazılmış olmasını’ beyan ettiğini keşfedecekler.  Günümüzde, Türk Devlet memurlarının ödenmediği Eylül 1964 Birleşmiş Milletler raporuna geçmesi; Rumların Türkçeyi resmi dil olarak garantileyen 3’üncü maddeyi 1960 Cumhuriyeti Anayasasından iptali; Rum Temsilciler Meclisinin Haziran 1967’de Kıbrıs’ın tümünü Yunanistan’a bağlama andı; ve 2017’de müzakerelerin hassas bir noktasında 1950 Plebisitini okullarda alınması kararı gelecekte izleyecekleri siyasetin öngörüsü değil mi?  

Bugün, dünya genelinde tanınmasa dahi, tüm eksiklerine rağmen, kendi seçtiğimiz devletimiz ve yönetimiz var; çoğu gençlerimiz eğitimlerini Türk üniversitelerinde tamamlamaktadırlar; 23 Nisanlarımızı, 20 Temmuzlarımızı bayrağımız altında, dini bayramlarımızı gururla kutlamaktayız.   Özgürlüğümüzü AB hukuk birliğine emanet etmek inancına, Yunanistan’da yaşayan Türk kardeşlerimizi; Annan Planı halk oylaması öncesi ve sonrası AB’nin verdiği sözleri hatırlatalım ve soralım:  Garantiler ve askerden yıpranmış AB üyesi Federal Kıbrıs’ta avukatımız, doktorumuz, öğretmenimiz mezuniyeti eşdeğer kabul edilmeyecek Türk üniversitelerinde eğitimlerine devam edecek mi; U Thant raporunda kaydedildiği gibi Rumlar (Limasol’da) Türk topraklarını ödemeksizin araba parkına çevirecek mi; en önemlisi, öngörülen ‘siyasi paylaşım’ yasada, yönetimde ve yargıda eşit mi yoksa Rumlara ağırlıklı mı olacak?  

Eşek anırdığı zaman, eşeği borçlanmaya gelen komşuya ‘eşek evde yok’ diyen Nasreddin Hoca, komşu ‘sen bana mı yoksa eşeğin anırmasına mı kulak asarsın’ cevabını vermiş.  Çoğu Rum’un Türklerle dostane yaşamasına çaba harcadığını inkâr edemesek de, bir yandan entegrasyonu güden ABAD kararları öte yandan Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakından  geri adım atmayanların kıskacındayız, çözüm ararken, tarihe mi ışık tutalım yoksa AB desteğini alet alan Rum siyasetçilerine mi bel bağlayalım?