İlk Müslümanlar, Kur’an dahil bütün ilimlerden önce gerçek imanı, hakiki tevhîdi ve özellikle akidelerini öğreniyorlardı.
     Çünkü Allah’dan gereği gibi korkmayı bu bilgiler sağlıyordu.
     Çünkü bu bilgiler; insanı hikmet sahibi kılıyor. Basiret sahibi yapıyor. Her şeyin içyüzüne vakıf ediyor. Her hususta nasıl bir adım atması icap ettiğinin ölçüsünü veriyordu.
     “Cündüb b. Abdullah der ki: ‘Biz tam delikanlılık çağımızda Rasûlullah ile idik. İmanı öğrendik, sonra Kur’an’ı öğrendik. Böylece ona imanımız daha da arttı.
     “Abdullah b. Ömer’den de şöyle rivayet edilmiştir: ‘Ömrümün epey bir kısmını şöyle yaşadım: Bize iman Kur’an’dan önce verilirdi. Bir sûre Muhammed’e iner, onun helali ve haramı öğrenilir, üzerinde durulması gerektiği kadar durulurdu ve bu sizin Kur’an’ı öğrenmeniz kadar zaman alırdı.
     “ ‘Sonra öylelerini gördüm ki; adama Kur’an, imandan önce veriliyor. O da, kendisine neyi emrettiğini, neyden sakındırdığını ve üzerinde durması gereken yerleri bilmeden okuyor. (Kur’an’ı âdeta) kötü hurmayı (silkip) düşürdüğü gibi (ağzından) atıyor.’
     “Bu ilim, şer’î ilimlerin en yücesi, en büyüğü ve en önemlisi olmasına rağmen, uzun bir zaman boyunca Kur’an-ı Kerîm ve pak Sünnet-i Nebeviye delillerinden uzak, kelamî konular, felsefî tartışmalar ve mantık kaidelerine dayanan; zor, içinden çıkılmaz, hayalci ve vehimci özelliklere sahip bir ilim olarak kalmıştır. 
     “Bu da halkı ve birçok havâssı bundan uzaklaştırmış, onun Allah’ın kalplerdeki azamet ve heybetini sürekli diri tutma gibi önemli rolünü devre dışı bırakmıştır.” (İslâm Akaidi, Dr. Mustafa Murat el-Mısrî, Tercüme: Dr. Savaş Kocabaş, 2009 s.13,14)
     Evet her şeyden önce Hz. Muhammed’in akidesini, İslâm inancını, İnanç dairesini bilmek, özümsemek ve anlamak gerekir.
     Hak bir; Bâtıl, Dalâlet / Yanlış Yol sayısızdır.
     Bâtıl’ı saymakla bitiremeyiz. Doğruyu bilen; eğriyle karşılaşınca; kendiliğinden onu reddeder. Karşı çıkar, almaz ve benimsemez. Onun için doğrudan, hakikatten şaşmamalı. Zira Bâtıl’ı, Yanlışı, Eğriyi bilmenin sonu gelmez. Hattâ Doğru’yu bilmeye, bulmaya vakit de kalmaz.
     Kaldı ki, Doğru’yu bulacağım derken, Bâtıl’ı doğru sanıp ona yapışmak tehlikesi de var.
     Çünkü, insan mükerrem bir varlık olduğu için Dalâlete; Hidayet diye sarılabilir.
     Oysa: “(Ancak) hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir.”
     Evet sadece gerçeği, hakikati, doğruyu ve hakkı bilen; şaşırmaz, tereddüt etmez. Şüpheye düşmez.
     Tam bir itminan ve güven içinde Akîde / İnanç kalesinde, huzur içinde Rabbiyle başbaşa kalmasını bilir.
     İşte bu bakımlardan Akide / İnanç ilmi; ilimlerin şâhıdır. 
     Çünkü o; Yüce Allah’a götüren; Allah’ı lâyıkı veçhiyle bizlere tanıtan bilgi olup; bu yüzden evleviyetle onu bilmek, tanımak ve özümsemek her insanın ilk görevi olmalı.
     Çünkü, dinin temelleri, imanın esasları; ancak bu ilimle elde edilir.
     Geçmiş âlimler; dinin esas ve kanunları hakkında ve imanın  bazı temelleri için: “Bu nakildir, iman ederiz, akıl buna yetişmez!” demişler.
     Halbuki, bu asırda akıl hükmediyor.
     Nitekim bütün şer’î / dinî hükümler ve iman hakikatleri aklîdir. Akla dayanır. 
     Nitekim aklî / akla uygun / akılsal olduğu ispatlanmıştır.
     Kaldı ki İslâm; insanı aklı başına gelmedikçe, âkıl bâliğ olmadıkça; Allah’a ve İslâm’a karşı mes’ul ve sorumlu tutmuyor. Aklı olmayanın, dini de olmaz diyor.
     Çünkü çoğunluğun inancı; gerekli prensip ve esaslardan oluşur. Apaçık emirlerden ibarettir. 
     Zira hakikatsiz bir vehim ve kuruntunun; tüm insanlığın geçirdiği devirlerde, tüm inançlar üstünde etkili olup  devam etmesi imkânsızdır. 
     Çünkü İslâm gibi evrensel bir dinin senet ve dayanakları; görünür şekilde bir kesinlik arzeder.