İlk kez o toplu mezarı gördüğümde tarih Eylül 1974’ü gösteriyordu. 1974’te Kıbrıs’ta katıldığım savaşlar sona ermiş, ada da hayattan geriye ne kaldıysa; savaş sonrasının yaraları onlarla sarılmaya başlanmıştı…

Savaş sona ermişti ama savaşın o acımasız yüzünde yaşananlar yavaş, yavaş ortaya çıkıyordu! Nice insanlık ayıpları, dramları ve utançlarıyla…

İşte o süreçte bulunan ‘o toplu mezar’ adada Rumların gerçekleştirdiği insanlık ayıbının, suçunun en çarpıcı olanıydı. 

Çünkü bu toplu mezarda; 

15 Ağustos 1974 tarihinde eli kanlı E.O.K.A Rum çetesine mensup alçaklarca katledilen 3 köy halkından bölgeyi terk etmeyen/edemeyen çoluk, çocuk demeden öldürülen yüzlerce Kıbrıs Türkünün cansız bedeni bulunmuştu…

En küçüğü 16 günlük Selden bebek, en büyüğü 95 yaşındaki Hüseyin Osman’dı. Tam 126 cansız beden…

Bu insanların tek bir suçu vardı! O da Türk olmalarıydı.

Muratağa - Atlılar - Sandallar köylerinde yaşanan bu insanlık dramında; bu insanlarımız bebek, çocuk, kadın, genç, yaşlı demeden, eli kanlı E.O.K.A canilerince kurşuna dizilmişler, çoğu da diri diri o toplu mezara gömülmüşlerdi.

Bu katliam çukuru, bölgede dolaşan bir çoban (adı; yanılmıyorsam Hüseyin idi) tarafından bulunmuş ve hemen bölgedeki Türk komutana haber verilmesi sonrasında, bölgeye davet edilen BG (barış gücü) nezaretinde bu toplu mezar açılmıştı…

O tarihte adanın pek çok yerinde bu toplu mezar gibi içimizi dağlayan, insan olan herkesin yüreğini yaralayan pek çok insanımızın alçakça katledildiğini gösteren mezarlar bulundu.

Kimileri tanındı, kimileri tanınamadı. Pek çok Kıbrıs Türk’ünden ise haber dahi alınamadı! Çünkü insanlıktan nasibini almamış o insan kasapları tarafından, suçu sadece Türk olan bu insanlarımız; bir gece evinden alınır, ya da günün bir saatinde yolu Rum çeteleri tarafından yolu kesilir, sonrasında yaşanan ise bir bilinmezlik olurdu…

Adada yaşanan bu insanlık dramının nasıl acılar barındırdığını, özellikle Kıbrıs Türk’üne uygulanmak istenen bu soykırımın (Bk. Acritas planı) ne olduğunu; o tarihten tam 36 yıl sonra kaleme almış olduğum ‘’Tarihten Gelen Çığlık’’ isimli kitabımı hazırlarken öğrenmiştim.

Çünkü o vatan topraklarımızda 1955-1974 yılları arasında Rumların yapmış olduğu benzer katliamları yaşayan 20 Kıbrıs Türk ailesiyle yapılan röportajları anlatan bu kitabımda bu gerçek tüm çıplaklığı ile ortaya konulmuştu.  (Bk. ‘’Tarihten Gelen Çığlık’’Derin Yayınları- Atilla Çilingir, 2010)

Ama bu insanlık suçunu işleyenlerin gerçekleştirdikleri katliamlara maruz kalan öylesine masum, öylesine küçük bir beden, minicik bir bebek vardı ki! Adı; Selden Faik’ti. Onu hiç ama hiç unutamadım. O henüz 16 günlüktü, ağzı ana sütü kokan bir melekti. Ama o caniler bu küçücük meleğe de kıymaktan çekinmemişlerdi…

Bu küçücük yavrumuzda 15 Ağustos 1974 tarihinde Muratağa Köyünü basan Rum çeteleri tarafından annesi ve diğer iki ablasıyla birlikte katledilmişti. 

Bu nasıl bir insanlık ayıbıydı? İnsan olan böylesine bir alçaklığı nasıl yapardı?

2010 yılının Mayıs ayında;

16 günlük Selden bebek, eşi Mualla Faik ve diğer iki kızı (Gülten 4 yaşında, Özlen 2 yaşında)Rumlar tarafından katledilen baba Ali Osman Faik’in yaşadığı eve giderek, kendisiyle görüşmüştüm. Canından canlar koparılan o acılı babanın, 21 Ağustos 1975 tarihinde toplu mezarın açılışı sırasında hissettiklerini anlattığım ‘‘Tarihten Gelen Çığlık’’ isimli kitabımdaki röportajından (Bk. Sayfa 122-131) aynen alıntılayarak kısa bir bölümünü bilginize sunuyorum:

‘’……………………en sonunda Rum’un yapmış olduğu o katliamın çukurunu, insanlarımızın şehit edildikleri yeri bulmuştuk! Köyümüzün arkasında sazlık bir yer vardı! İnce patika bir yol gidiyordu! İşte buraya gömülmüşlerdi. Ama kazma kürekle çıkarılacak gibi değillerdi! Toprak içindeki canlarla birlikte kaynamış, sanki beton olmuştu! Mağosa’dan dozer istedik! Dozer geldikten sonra sabah, sabah gittik çukuru açmaya...

Zaten önce biz çıkaramamıştık bu cesetleri! Askerimize haber vermiştik. Askerde dozer ile çukurun altından alarak, cesetleri çıkarmaya başladığında, esas orada çok etkilenmiştim. Bu katliam çukurundan benim canlarım da dâhil yüzlerce suçsuz beden çıktı. Rum canileri tarafından katledilen onca insan… Ve sadece Türk oldukları için yaşlı, genç, çoluk, çocuk demeden ortadan kaldırılan insanlar. Üçer üçer elleri bağlanmış çocuklar! Çukurun içine çökmüşler, öyle oturur gibi dururlar......................................................................O anı yaşayacağıma ölseydim daha iyiydi…’’

Ali Osman Faik; bir insanın yaşayabileceği en büyük acıyı yaşamıştı. Bu büyük acıyı anlatırken zaman, zaman gözleri uzaklara dalıyor, bazen de böylesi bir acıyla dağlanan yüreğindeki isyan; buğulanan gözlerinde hiddete dönüşüyordu...

Bu acılı babayı daha fazla üzmeden, o zaman kesitinde yanından ayrıldığımızda; geride sadece büyük bir insanlık dramı kalmıştı!

Ancak gerçek olan bir şey vardı ki! Bundan 43 yıl önce yaşanan o vahşetin en önemli tanığı olan Ali Osman Bey, o gün yaşadığı bu olayı anlatarak tarihe çok önemli bir not düşmüştü.

O katliam çukurundan çıkarılan şehitlerimizin tanınmayacak haldeki bedenleri sıcak Kıbrıs şartlarında bekletilmeden, yine toplu olarak o köylerin yakınında ihdas edilen iki şehitliğimize yine toplu olarak gömülmüştü.

Ancak bundan iki yıl önce Lefkoşa’daki Türkiye Büyükelçiliğimizin katkılarıyla, o şehitliklerdeki mezarlar yeniden açıldı, DNA testleriyle kimlik belirleme çalışmaları yapıldı. (o süreçte Rum basını o katliam çukurundan çıkan bedenlerin Rum vatandaşlarına ait olduğunu iddia edecek kadar bu tarihi gerçeği de çarpıtmışlardı..!)  İskelet bütünlükleri sağlanan, kimlikleri belirlenen ilk dört şehidimiz (aynı aileden Ayşe Süleyman, Zalihe Süleyman, Dilnevaz Süleyman ve Güldane Mehmet) Türk Bayrağına sarılı tabutlar içinde 15 Ağustos 2017 tarihinde, katliamın 43’ncü yıl dönümünde K.K.T.C sivil ve askeri devlet erkânı ile şehit yakınlarının katıldığı cenaze namazının ardından, yapılan askeri törenle bu defa kendi mezarlarında toprağa verildiler. 

Bu acıları çok iyi anlayan bir Kıbrıs Gazisi olarak tek dileğim; geride kalan o katliam şehitlerimizin de kendilerine ait bir mezarın olmasıdır.

Değerli okur;

Bu yazıyı kaleme almamın nedeni; tarihin derinliklerinde kalan o acılı dönemi deşmek, o acıları yaşayan insanlarımızı üzmek değil; tam tersine savaşın o acımasız yüzünü bilen,  Kıbrıs’ta o katliamları yaşayanların acılarını kitap haline getiren bir yazar olarak, bir kez daha tarihe not düşmektir.

Özellikle günümüz Kıbrıs müzakerelerinde oldukça kritik bir sürecin yaşadığını, Rumların bir kez daha müzakere masasını devirip, görüşmeleri terk ettiğini unutmadan..! Adada dili, dini, yaşam tarzı, gelenekleri tamamen birbirine zıt iki toplumun; ada geleceğinde müşterek bir hayat biçiminin planlamasını yapan siyasilerin; Kıbrıs’ın yakın tarihinde yaşanan böylesine acılı bir sürecin halen devam ettiğini, akıbeti hala bilinmeyen binlerce Kıbrıs Türkünün böylesi katliam çukurları bulundukça, yaşanan/yaşanacak toplumsal travmayı iyi değerlendirmeleri gerekir.

Ve bugüne değin Güney Rum Kesiminde göreve gelen hiçbir Rum yönetimi, Rum toplumunu temsil eden siyasileri, neredeyse yarım asır önce eli kanlı Rum çetelerinin işlemiş oldukları bu cinayetler nedeniyle ne bir soruşturma yapmış, ne de konuyu insan hakları mahkemesine taşıyanlara yanıt vermiştir!

Tarihin yazıldığı bazı defterler vardır. O defterlere konu olan gerçekler, günü geldiğinde o tarihi yaşayan ve yaşatanlarca sorgulanır, sonuç alınır ve o defter bir daha açılmamak üzere kapanır.

Ama bazıları ise hep açık kalır!

Hele ki, o defterin başında ‘’Kıbrıs Türk’üne Uygulanmak İstenen Soykırım’’ yazılı ve bugüne kadar, bu insanlık suçunu işleyen Rum’lar; uluslararası yargı karşısında değil hesap vermek, en azından bu utançlarını kabul ederek, Kıbrıs Türk’ünden özür dahi dilememişlerse..!