Şu günlerde yaşadıklarımıza baktığımızda derin üzüntüler duyuyor insan:
PKK terörü, İŞİD, FETÖ Operasyonları, güney sınırımızda ve ötesinde yaşananlar; toplumsal sıkıntılar, belli bir kesimde gittikçe artan yoksulluk ve işsizlik, eğitim sorunları vs…
Bütün bu sorunlar nasıl aşılabilir?
Yanıt net:
Özgüvenle…
Kişinin kendine olan özgüveni, öncelikle başarının altın anahtarıdır. Yeter ki insan kararlı olsun ve güvensin. Taşı sıksa suyunu çıkarır, bundan emin olun.
Bize bu özgüveni kim ya da ne tür etkenler verir?
Çok şey söylenebilir kuşkusuz. Ancak bunlardan biri de tarihimizdir.
Tarih; yani geçmişin binlerce yüzyıllık geçmişinden süzülüp gelen köklerimize ait bilgiler ve yaşananlar; bunların karşısında atalarımızın başardığı işler ve hatta yaptıkları yanlışlar…
Tarih büyük bir hazinedir bu yönden. Aynı zaman da yaman bir aynadır. Ona baktığında hem kendini görebilirsin, hem de içinde yaşadığın toplumu. Ve gelecek tasarımını bunun üzerine yapabilirsin.
Sakarya Savaşı günlerinde, yani 1921 yılı Ağustosunda düşman güçleri Polatlı’ya kadar ilerlediğinde, kimileri ulusal savaşın odağı olmuş Büyük Millet Meclisi’nin Kayseri’ye ya da Sivas’a taşınmasını öneriyorlardı. Büyük bir telaş yaşanıyordu. Saatlerce süren Yunan topçu ateşi kulakları yırtarcasına gümbürdeyerek gülleleri savururken, toz toprak içinde kalmış elbiseleriyle Meclis’e gelen ünlü komutan Erkanı Harbiye Reisi Fevzi Çakmak, şöyle haykırmıştı kürsüden:
“İlerleyen düşman mezarına geliyor!”
Ölümler, çığlıklar; yaralılar, patlayan mavzerler ve kulakları yırtan topçu ateşi, süvarilerin at kişnemesi ve kılıç şakırdatmaları…
Ve buna eklenen yoksulluk, açlık; salgın hastalıklar, yıllarca süren savaştan geriye kalmış olan bezginlik ve yorgunluk…
Kağnılar ve yaylı at arabaları yüklenip, insanlar ailelerini güvenli yerlere göndermeye çalışırken, böyle bir anda Mustafa Kemal Paşa ise şunları söylüyordu:
“Düşman geliyormuş, kim giderse gitsin. Tek başıma da kalsam, bir elime bayrağımı, öteki ele mavzerimi alır, Elmadağı’nın kayalıklarına çekilir, son kurşunum kalana kadar dövüşürüm. Belki düşüp yaralanırım… Ancak bu halde bile teslim olmam; gerekiyorsa son kurşunu beynime dayar ve gereğini yaparım.
Bu bize neyi anımsatıyor hiç düşündünüz mü?
Ahlat üzerinden Malazgirt’e yönelerek, Romanes Diogeneos’un komutasındaki Bizans ordusunun üzerine yürüyen Sultan Alparslanı…
O da üstün Bizans gücüne karşı saldırıya geçmenin intihar olacağını söyleyenlere karşı buna benzer sözler söylemişti.
Şimdi düşünelim:
Önce olanaksızlıklar içinde Mustafa Kemal Atatürk başarısız oldu mu?
Hayır…
Hem de ne başarı elde etti.
Çürüyen Osmanlı siyasal düzeni dağılmıştı. O bir enkaz üzerinde hem bir ulusal kurtuluş savaşı verdi hem de ardından laik, çağdaş, yeni bir Türk Devleti kurdu…
Ulus ve yurttaş kimliğini geliştirerek, başarısını kalıcı kılmaya çalıştı.
Ya Alparslan?
O da Anadolu’yu Türk yurdu yaptı. Otağ ve sürüleriyle doğudan gelen Türkmen yörükler Anadolu yaylalarına dağılarak, oralarda yurtluk edindi.
Büyük Taarruz ve ardından gerçekleşen Başkumandanlık Meydan Savaşı’nın böyle bir özgüven etkisi olmalı üzerimizde.
Bu savaşa batılı yazarlar Rum Sındığı Meydan Muharebesi dediler.  Aslında bu deyimi ilk Büyük Gazi kullanmıştı.  Çünkü O, artık Rumluk ve Yunanlılık emellerinin ebediyen bu coğrafyadan silinip atıldığını düşünüyordu.
Savaş meydanındayız.
Saldırı başlayıp, Yunan askerleri Dumlupınar’a sıkıştırıldığında atının üzerinde şöyle haykırıyordu Gazi, yönünü İzmir’e dönüp:
-“Hacı Anesti! Gel de ordularını kurtar!”
Hacı Anesti… Yani Yunan Ordusu Başkumandanı…
İzmir’de bir teknenin içinde savaş yönettiğini sanan bir hayalperest…
Ve sonuç:
Gazi kurmay heyetiyle savaş meydanını geziyor.
O denli yoğun insan ölümleri var ki; düşmanının ölüsü yanında şehit düşmüş ince bıyıklı Anadolu çocuklarına içi yanıyor Gazi’nin. Derin bir elem içinde… Yürümek istiyor. Ancak öylesine yoğun insan kıyımı yaşanmış ki düşman cesetlerine basarak ilerlemek zorunda kalıyor. Ortalıkta birikmiş kanlar, acı bir koku yayıyor çevreye. İçi bulanıyor. Bir Yunan bayrağının çamurlar içinde kaldığını görünce, kaldırtıyor ve kırık bir top arabasının üzerine serdiriyor. Bir kırık kağnı görüyor; ani bir sıçrayışla kağnıya çıkıyor ve çevreyi gözetliyor.
Kağnının çevresinde kurmay heyeti.
Ve Gazi konuşuyor bu acı sahneye bakarak:
-“Bu insanlık adına utanılacak bir sahnedir. Ama ne yapalım ki bizleri buna mecbur ettiler. Çünkü onlar birer caniydiler.
Evet onlar caniydiler. Ancak Mustafa Kemal Atatürk, emperyalizme karşı bağımsızlık bayrağını açmış ve başarmıştı.
Özgüveni tam yerindeydi. Çünkü tarihi iyi biliyor, örneğin Silistre kahramanı Gazi Osman Paşa’yı kendine örnek alıyordu. Bu büyük adamın Silistre’de Ruslar’a karşı direnişini, Türk ruhunun yeniden canlanışı olarak değerlendiriyordu.
Şimdi soralım:
Özgüven eksikliği yaşamamızı gerektirecek bir şey var mı?
Onca başarı, zorluklara karşı savaşım; önümüzde Gazi ve silah arkadaşları gibi örnekler varken, bezginlik, bedbinlik ve karamsarlık ne?
Haydi; 30 Ağustos’ta o büyük utkunun verdiği esinle canlanalım.  Yazgımızı kimseye bırakmayalım. Ve kendimiz için önce kendimiz olduğunu düşünerek; geleceği ellerimizle ve alın terimizle kavrayalım.
Türk yeter ki istesin.
Başaramayacağı hiçbir güçlük yoktur.