19 Mayıs 1919 günü Samsun’da yeni bir “Ruh” doğdu.
O gün Türk Ulusu, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde, tarih sahnesine güçlü biçimde adım attı. 
Mustafa Kemal Paşa, o muhteşem yolculuğun önderi olarak Samsun’da Anadolu topraklarına ayak bastığında tek şey düşünüyordu:
Artık bu noktada, ne Saray’dan ne de hükümetten bir çare beklemenin anlamı yoktur. Tek dayanacak güç vardır, o da ulusun kendisidir...
Ulus...
Yani Türk Ulusu...
O şimdi perişan bir durumdadır.
Ardı ardına savaşlar nedeniyle millet, bütün varını yoğunu seferber etmiştir. 
Onca savaşlarda kırılmış, ulusun bireyleri canların adını bile bilmediği topraklarda yitirmiştir. Milletin gerçek çıkarlarına dayanmayan politika izleyenlerin şan ve şeref ihtirasları uğruna koca bir ulus, oradan oraya koşturulmuş durmuştur... 
Yok olmanın eşiğine gelmiş bu ulus, kesin olarak bu zorlu süreçten utkuyla çıkmalıdır. 
Ancak o sonuca ulaşmak için daha pek çok şeyini yitirecek, kendi öz çocuklarını bu yolda feda edecektir. Anadolu’da içinden o zamana dek şehit çıkmamış tek bir ev yok gibidir. Kimi yerlerde iki üç kardeş birden şehit olmuş ve kutsal yurt toprakları için canını vermiştir. Ocaklar sönmüştür. İşin kötü yanı da bu zor günlerde kulak verecek, gerçekten bir umut sözü verecek tek bir ses işitilmemektedir.
O gün ne oldu?
Yani 19 Mayıs 1919 günü Samsun’da olan şeyin tarihsel anlamı neydi?
Mustafa Kemal Paşa, Bandırma Vapuru ile, Samsun’da Anadolu topraklarına ayak bastı. 
O, Samsun’a çıktığı ilk günden sonra, ülkenin her bir yanına dağılmış ulusal güçlerin güçlenmesi için adımlar attı. Paşa, yörede bir ön inceleme yaparak, ulus adına harekete geçmiş ulusal kurulların; yani müdafa-i hukuk örgütlerinin ve varsa bunlara bağlı çalışan ulusal güçlerin nerelerde, ne durumda olduklarını anlamak istedi. 
Bununla da yetinmedi:
Mondros Bırakışması’nın acı sonuçlarına dayanarak, işgalci güçlerin ne denli haksızca işgaller yaptıklarını dile getirerek, onların bu girişimlerini sultan-halife ve onun hükümetlerine gönderdiği protestolar ile kınadı.
Bunda da o denli haklıydı ki!
16 Mayıs günü, İzmir’de büyük bir kıyım yaşandı. İzmir, haksız olarak kanlı biçimde işgal edildi. Türkler’e gerek işgal orduları ve gerekse onların yerli işbirlikçileri Rumlar tarafından akıl almaz kötülükler gerçekleştirildi. Tek bir günde 2.000 Türk’ün canına kıyıldı. Bir hafta içinde İzmir ve yöresinde öldürülen Türkler’in sayısı 5.000’in üzerine çıktı. 
Bu kanlı bir zulümdü. 
Ve Anadolu bu kanlı zulüm nedeniyle için için kaynıyor; İzmir’in işgalinden sonra hızla yayılan işgallerin kendilerine doğru geleceği görülüyordu. 
Sultan ve Halife ise bu olaylar karşısında, İngilizler’in daha fazla tepkisini çekmemek için itidal ve sükunette bulunma önerisinden başka hiç bir şey yapamıyordu.
Oysa o tarihlerde, Anadolu dört bir yandan sarılmıştı. Doğuda Fransızlar’a karşı Urfa, Antep, Maraş, Adana yörelerinde mücadele sürüyordu. Ermeni ve Rum komitecileri doğu ve Karadeniz bölgelerinde akıl almaz facialar gerçekleştiriyorlardı. Türkler kendi öz yurtlarında sanki sarılıp imha edilmeyi bekliyor bir durumdaydılar.
Görülüyordu ki ulus bütün olarak yok edilmek isteniyordu. 
Türk Ulusu tarihin önünde yargılanıyor; emperyalizmin ahtapot gibi güçlü kolları onu sarmalamış, nefes alamaz bir duruma getiriyordu.
Bu ulus, evet mutlaka bu zorlu süreçten galip Mustafa Kemal Paşa, Samsun’da Tütüncü İskelesi diye bilinen noktada Anadolu topraklarına ayak basmıştı. 
O Samsun’a çıktığında, bütün kontrol noktalarına hakim olmak isteyen İngilizler, oraya da bir Hint taburu çıkarmışlardı. Kalacağı yer Mıntıka Palas’tı. Pontusçular kentte cirit atıyor; bir Pontus Devleti kurmak emeliyle, bölgede Müslümanları açık bir hedef haline getirmiş bulunuyorlardı. Trabzon Metropoliti Hrisantos, bu devlet düşüncesinin temelinde yer almış kişiydi. 
Onlara bağlı çeteler, Türkler’e olmadık kötülük yapıyor, bölgeyi Türk çoğunluktan koparmak için akıl almaz oyunlar kurguluyorlardı.
Mustafa Kemal Paşa Mıntıka Palas’a yerleştiğinde, Anadolu’daki bu karmaşık tabloyu olumlu bir görüntüye çevirmek için uğraştı durdu. 
Dağınıklığı gidermekti tek emeli... 
Bu nedenle, bütün bölgede halkın kendi içinden çıkmış öz direniş güçleriyle (müdafaa-i hukuk) iletişime geçti ve onların silahlanması için elinden gelen katkıda bulundu. 
O, Anadolu’nun 19 Mayıs 1919 günü içinde bulunduğu direniş ruhunu, akıl almaz haksızlıkların kaynağı olan emperyalizme ve onun yerli işbirlikçilerine karşı bir ayaklanma olarak görüyordu.
19 Mayıs 1919 tarihi Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a Bandırma Vapuru ile gelip, 18 arkadaşı ile birlikte karaya çıktığı gündür.
O gün, 16 Mayıs 1919 gününün üçüncü günüdür.
Bu tarihte O, İstanbul’daydı. Henüz Samsun’a doğru yola çıkmamıştı. Bir gün sonra Sirkeci açıklarında bekleyen gemiye bir motorla giderek, denizde gemiye binmiş oldu.
Mustafa Kemal Atatürk, 19 Mayıs 1919 günü Samsun topraklarına ayak bastığında, Ulusal Savaş’ın bütününde önemli bir dönemeç olan 19 Mayıs gününün ruhu artık oluşmuştu. 
Bu ruh, yok olmamak için direniş; onurlu bir yaşam için gerekirse ölümü göze almaktı. Bir ulus imha edilmek isteniyordu. 
O ise yok edilmemek için direnişten başka çözüm yolu görmüyor; kendi içinden kendi önderini yaratıyor; önder ulusla, ulus da önderle kaynaşık biçimde bir amaca doğru kenetleniyorlardı.
Onun bu koşullarda önerdiği çözüm yolu neydi:
Bunu Büyük Nutuk adlı muhteşem yapıtında çok net olarak açıklar.
Sultan ve halifeden ve onun hükümetlerinden umut kalmadığına göre; tek bir çözüm vardı:
“Ulusal egemenliğe dayanan, kayıtsız koşulsuz tam bağımsız, yeni bir Türk Devleti kurmak...”
O bunu ulusal bir sır olarak saklamak ve yeri geldikçe, olaylar olgunlaştıkça bir bir uygulamak olarak düşünmekteydi. Bu nedenle de ulus ölümü göze almıştı.
Bunu şu parola ile özetlemişti:
“Ya İstiklal, Ya Ölüm!”