Türk süvarilerinin 9 Eylül 1922 günü İzmir’e girdiğine ilişkin haberler İstanbul’a geldiğinde insanlar kulaklarına inanamıyorlardı. Bu büyük bir mucize olmalıydı. İstanbul’da işgal sürüyordu. Ancak ne gam! Artık yurtseverler tutsaklık zincirlerinin kırıldığını, işgalin kanlı günlerinin bittiğini ve zafer güneşinin karanlık ufuklardan doğmaya başladığını görüyorlardı. Şimdi yurtseverler çok yerde şenlik gösterileri yapıyorlardı. Söylenen marşların, coşkulu söylevlerin tınıları sarayın duvarlarına çarpıyordu. Sarayın sahibi Sultan Vahdettin kendi içine kapanmış, derin bir düş kırıklığı yaşıyordu. Şaşkındı. Onca karşı geldiği, isyanda diye ilan ettiği Ankara galip gelmişti ha! Ancak gerçeği kulaklarına gelen marşlar gerçeği sürekli kulaklarına taşıyordu:
Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa”
Adın yazılacak, güneşe aya!
Herkes gibi saray ve onun çevresini saranların da kafasındaki temel soru şuydu:
Sarayın ve onun hükümetinin geleceği ne olacak?
Öyle ya! 
Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919 günü Samsun’da Anadolu topraklarında ulusal direnişi örgütleme çabaları geliştikçe, kendini zorda hisseden Osmanlı Hükümeti ona ve Anadolu hareketinin öteki öncülerine karşı her türlü baskıyı uygulamıştı. Görevden almalar, işgal güçlerine ait uçaklarla gökyüzünden atılan ölüm fermanları, kanlı kalkışmalar ve isyanlar daha dün gibi akıllardaydı. O günlerde saraya yakın kalemler, Anadolu savaşımını yerin dibine batıran öyle keskin yazılar yazıyorlardı ki!
Dünün haini olarak görünen Mustafa Kemal Paşa, işte şimdi İstanbul’un kapılarındaydı. Buyruğundaki ordular, Çanakkale sınırlarına gelmiş dayanmışlardı. Arada İngilizlere ait savunma hatları olmasa, süvari atlarının nefesleri çoktan sarayın duvarlarına çarpacaktı. 
Bu anda sarayın geleceğine ilişkin sorular kafaların içinde dönerken, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın kendi iç dünyasında her şey o kadar açıktı ki! O kararını vermişti. Daha ulusal savaşın başından bu yana hep “Hakimiyet-i Milliye” kavramının altını çizmişti. 
Hakimiyet-i Milliye; yani ulusal egemenlik… 
Ulusun egemen olduğu, kendi irade ve istencine sahip bulunduğu bir öz, bir yönetim biçimi… 
Ulusun egemenliğine dayanan bir yönetim biçimi. Yani cumhuriyet. Ulusal savaşın her aşamasında savunulan tez ulusun egemenliği üzerine değil miydi zaten?
Barış görüşmeleri için hazırlıkların sürdüğü bir zamanda, İtilaf Devletleri’nin Ankara Hükümeti’nin yanı sıra bir de İstanbul Hükümeti adına bir kurulu çağırmış olmaları bardağı taşıran son damlaydı. İki başlılık; belki de ulusal amaçları parçalamak, Türk tarafını birbirine düşürmek için bir tuzaktı. 
Yani tek bir tarafta ve tek bir tezi savunur durumda olanları karşı karşıya getir, iki başlılık yarat, birbirine kırdır; sen de ellerini ovuştur… 
İşte emperyalizm, savaşı yitirdiği anda bile bu tür oyunlar peşindeydi. 
Ancak sorun yalnız bu boyutla da sınırlı değildi. Başvekil Rauf Orbay’dı. Mustafa Kemal Paşa’nın Lozan’a İsmet Paşa’nın gitmesini dile getirdiğinde en büyük alınganlığı o göstermişti. Kendisi Lozan’a gitsin ve kendisinin imzaladığı Mondros Bırakışmasının acı anıları belleklerden bu biçimde silinsin istiyordu.
Daha da ötesi ulusal savaşın en gözde komutanlarından kimileri de bu hoşnutsuzlar arasındaydı. İsmet Paşa’nın Batı Cephesi Komutanı oluşundan bu yana ona karşı içten içe bir tavır geliştirmişlerdi. Sultan ve Halife’nin ulusal savaştaki olumsuz duruş ve tavrından sonra, makama ve kişiye karşı bir düzenleme yapılacağını onlar da hissediyorlardı. 
Bir adım atılacaktı; ancak nasıl?
Rauf Bey (Orbay) ve Refet Paşa (Bele); Refet Paşa’nın Keçiören’deki evinde bir araya gelerek, konu üzerinde bir görüşme yaptılar. Bu görüşmeden Mustafa Kemal Paşa da haberdar olmuştu. Konuştukları konu, şimdi saltanatın durumunun ne olacağıydı. Saltanat makamının sürmesine gönül bağlılıkları olarak onlar taraftar görünüyorlardı. Ancak Mustafa Kemal Paşa her şeyi öğrenmesine karşın, önce bir şey demedi ve sustu. Bir süre sonra bir fırsatını yakaladı ve Rauf Bey’e saltanat ve hilafet konusunda neler düşündüğünü sordu. Rauf Bey, Gazi’nin hiç de şaşırmadığı şu yanıtı verdi:
“Ben, Padişahlık ve Halifelik katına gönül ve duygu yönüyle bağlıyım. Çünkü benim babam, Padişahın ekmeğiyle yetişmiş ve Osmanlı Devleti’nin ileri gelenleri arasında yer almıştır. Benim kanımda da bu ekmeğin zerrelerinden vardır. Padişaha bağlı kalmak borcumdur. Halifeliğe bağlılığım ise görgüm gereğidir”.
Bu cümlelerle sınırlı değildi söyledikleri: Başka görüşleri olduğunu da ekliyordu. Kamusal birliği korumanın zorluklarından söz ederek, bu birliği herkesin erişemeyeceği ölçüde yüksek bir makamın sağlayabileceğini belirtiyordu. 
Kimdi bu yüksek kat? 
O’na göre Padişahlık ve Halifelik katıydı. Ona göre, bu yüce makamları kaldırmak, onun yerine başka bir makam koymaya çalışmak; yıkıma yol açardı. Bunun da “büyük bir acı” doğuracağını söylüyordu.
Ardından Refet ve Ali Fuat Paşalara da aynı soruyu yöneltti. Refet Bey de benzer şeyleri söyledi. Ali Fuat Paşa ise Moskova’dan yeni geldiğini belirterek, konunun ne olduğunu tam inceleyemediğinden söz etmekteydi. 
Kısacası ulusal savaşın önde gelen kadrosu, Saltanat Makamının geleceği üzerine bir görüş birliği içinde değillerdi. Halifeliğin kaldırılmasına ilişkin konuyu, bir iki kişi dışında çoğu dillerine bile alamıyorlardı. Mecliste kimi milletvekillerinin önerisi ile Saltanat makamının geleceğini görüşmek üzere bir komisyon oluşturuldu. 
Ancak görüşmeler uzadıkça uzuyor, bir türlü bir sonuçta uzlaşmak mümkün olmuyordu. Mustafa Kemal Paşa böyle bir anda bir sıra üzerine çıkmış ve uyarıcı bir konuşma yapmıştı.
Söylediklerinin bir kısmı şöyleydi:
 “Baylar, egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından, hiç kimseye bilimin gereğidir diye verilmez. Egemenlik, saltanat kuvvetle, güçle ve zorla alınır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes sorunu doğal olarak karşılarsa, sanırım ki bu uygun olur. Tersi durumda, yine gerçek yöntemine uygun olarak yerine gelecek; ancak belki de bazı kafalar kesilecektir”.
Bu sözler doğal olarak komisyonda buz gibi bir hava yarattı. Ancak işte durum buydu: İhtilal özelliği olan büyük bir devrim hareketinde ne yazık ki kimi sonuçlara ulaşabilmek için bu tür uyarıcı görüşler dile getirmek kaçınılmaz olabiliyordu. 
Bu geçmiş büyük devrimlerin analizi yapıldığında hep görülen bir şeydi. Düşünce ayrılıkları, ileri ve geri duruşlar; sonuçta devrimin çocuklarını birbirine düşürebiliyordu. 
Türkiye henüz bu sürece açıkça girmemişti; ama işte Saltanat konusundaki görüş, duruş, tavır ve söylem ayrılıkları geleceğe ilişkin kimi ipuçları ortaya koyuyordu. Temel konu şuydu:
Egemenlik ulusun mu, saltanat makamının sahibi olan bir hanedana mı ait olacaktır? Ulus egemen olacaksa; yani rejim saltanattan bir cumhuriyete doğru yürüyecekse, saltanat makamının varlığı hiçbir anlam taşımıyordu ki!
Mustafa Kemal Paşa, bu tarihsel sorunu, tarihsel bir fırsata çevirmeyi düşündü. Saltanat makamının, ne denli ayak bağı olduğunu öne sürerek; çevresinde bu düşünceyi savunacak kişileri bir hedefe doğru yönlendirmeye çalıştı. Bunların içinde Dr. Rıza Nur Bey de vardı. O, bir grup adına Büyük Millet Meclisi’ne bir önerge vererek, saltanat makamının kaldırılmasını istedi. 
Dr. Rıza Nur’un önergesi Meclis’te ele alındı ve 1 Kasım 1922’de Meclis’in oyuna sunuldu. 131 kabul, 2 ret, 3 de çekimser oyun çıktığı bu oylama sonucunda Saltanat önce Halifelik makamından ayrıldı; sonra da kaldırıldı. 
Yasa şöyle başlıyordu:
-“Saltanat Makamı mülgadır”
Evet, artık Saltanat makamı kaldırılmıştı. 
Aradan tam iki hafta geçmişti ki; herkesi şaşkınlıklar içinde bırakacak haber kulaklarda çınladı: 
17 Kasım 1922 günü sabahın erken saatlerinde Sultan Vahdettin ülkeden kaçmış ve kendisini bekleyen İngilizler’e ait Malaya Zırhlısına sığınmıştı. 
Yurdunu bırakarak düşmana sığınan ilk ve son sultan Sultan Vahdettin olmuştu.